Neden Yeniçeri Kızılelması, Neden Turan Neden Türkİslam Birliği

Neden, su veya bu ad altında toplanmayı değil de “Türk-İslam Ülküsü” ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki,  “Emperyalizm”, Türk ve İslam dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri..

Neden Yeniçeri Kızılelması, Neden Turan Neden Türkİslam Birliği

Neden, su veya bu ad altında toplanmayı değil de “Türk-İslam Ülküsü” ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki,  “Emperyalizm”, Türk ve İslam dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile “vatan çocuklarını” din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır.

Bugün yeryüzünde iki sömürgeci “blok” vardır. Bunlardan biri kara renkli “kapitalist emperyalizm” diğeri ise bütün fraksiyonu ile “kızıl emperyalizm”. Birincisi “çok uluslu sirkelerin” paravanasında, “az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardim etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek” maskesi altında, ikincisi de “ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek” maskesi altında, “sınıfsal savaş” sloganı ile “iç savaşlar” çıkartmakta ve “dünya proleterlerinin dayanışması” adi altında işgalini gerçekleştirmektedir.

Gerçekten de yer yüzünde ezilen ve sömürülen bir de “üçüncü dünya” vardır. Bu dünya, daha çok Asyalı, Afrikalı irili ufaklı devletlere ve devletçiklere, beyliklere, emirliklere, federasyonlara bölünmüş milletlerden ibarettir. Esef edelim ki, bu insanların sayısı bir buçuk milyardan daha fazladır. İşin ızdırap veren diğer bir yani da, bu nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar teşkil etmektedir. Bunun yanında çok acı bir gerçeği daha belirtelim ki, bu ezilen ve sömürülen Müslümanlar arasında Türk Milleti’nin çok önemli bir bolümü bulunmaktadır.

1970 Yılında yapılan bir araştırmaya göre, yabancı boyunduruğunda tam bir sömürge hayati yasayan Türk nüfusunun sayısı, Türkiye’mizde bulunan genel nüfusumuzun tam iki katidir.

Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslam ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma planlarını baltalamış ve bu ülkeleri, “ebedi sömürge” statüsüne mahkum etmek için elinden geleni esirgememiştir.

Emperyalist güçler, korkunç bir kültür emperyalizmi programı ile millet çocuklarını milli tarihlerine, milli ve mukaddes kültür değerlerine, milli ülkülerine, milli menfaatlerine, hatta motif ve sembollerine düşman etmekle kalmazlar, kendi değerlerini “bir uygarlık ve ilerilik” unsuru biçiminde onların kafalarına ve vicdanlarına oturturlar. Böylece milli ve mukaddes değerlere bağlı milliyetçilerin karşısına, bu değerlere ters düsen “yabancılaşmış kadrolar” çıkarırlar. Bir ülkede, değerler “ikizleşince”, kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur. İste düşman, bu noktada aktivitesini arttırır. Ülkenin ve milletin “parsellenmesi” için beynelmilel güçleri harekete geçirir. Ülke artık birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kadrolara bolünmüşse, düşman rahatlıkla at oynatabilecek vasati bulmuş demektir.

Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ sanki bir insan, hem “dindar” hem “milliyetçi” hem “medeniyetçi” olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zır programlar durumuna sokarak, hiç yoktan “çatışan güçler” meydana getirir. Bu oyunlarını,o kadar ustaca planlar ki,tertiplerini anlamak

için bazan olayların üzerinden elli veya yüz sene geçmesi gerekir. Mesela,

Osmanlı Türk Devleti’nin parçalanması ve Orta-Doğu’nun sömürgeleştirilmesi

için,dinimizin ve milliyetimizin düşmanları,din” ile “milliyetçilik” arasında zıddıyyet ve düşmanlık duyguları doğurmayı planlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar.

Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı “Les Francs-Maçons” kitabının 127. sayfasında okuduğumuza göre İslam dünyasında masonlar Cemaleddin-i Afgani ve Muhammed Abduh gibi “din politikacılarını” localarına kaydederek onların eliyle “Dini,milli yapılarına göre reforme ederek” alemşumul İslam dinini bozmak,öte yandan Müslüman Kardeşler(Freres Musulmans) hareketi ile de “İslam’da milliyetçilik yoktur”propagandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle çok kahpece bir planla birbirine zıt “islamcı” ve “milliyetçi” sun’i düşman kamplar doğurmak istemişlerdir.

Emperyalizm, bizim dünyamızda bu “paradoks”tan çok istifade ettiğini ayrıca yazmaktadır. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı,birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.

O halde,Türk milliyetçisine düşen iş,bütün varlığı ile bu oyunu herşeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır. Bu ülkede sun’i olarak birbirine düşman “güya Türkçü” ve “güya İslamcı” cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına,bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır.

Bunun için,Türk-İslam ülküsüne bağlı,Türklük şuur ve vakarına,İslam iman,aşk,ahlak ve aksiyonuna sahip.Türklüğü bedeni,İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan,Dünya Türklüğünün,İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet,zıt değerler değildir. Bu sebepten, “sentez”,tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre,yıllardan beri kullandığımız “Türk-İslam sentezi” yerine, “Türk-İslam Ülküsü” sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını “TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ” olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız.

BÖLÜM – 1

 

NEDEN TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ

Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de “Türk-İslam Ülküsü” ne bağlanmayı savunuyoruz?
Biz iddia ediyoruz ki, “Emperyalizm”, Türk ve İslam dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile “vatan çocuklarını” din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır.
Bugün yeryüzünde iki sömürgeci “blok” vardır. Bunlardan biri kara renkli “kapitalist emperyalizm” diğeri ise bütün fraksiyonu ile “kızıl emperyalizm”. Birincisi “çok uluslu şirketlerin” paravanasında, “az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardim etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek” maskesi altında, ikincisi de “ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek” maskesi altında, “sınıfsal savaş” sloganı ile “iç savaşlar” çıkartmakta ve “dünya proleterlerinin dayanışması” adi altında işgalini gerçekleştirmektedir.
Gerçekten de yer yüzünde ezilen ve sömürülen bir de “üçüncü dünya” vardır. Bu dünya, daha çok Asyalı, Afrikalı irili ufaklı devletlere ve devletçiklere, beyliklere, emirliklere, federasyonlara bölünmüş milletlerden ibarettir. Esef edelim ki, bu insanların sayısı bir buçuk milyardan daha fazladır. İşin ızdırap veren diğer bir yani da, bu nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar teşkil etmektedir. Bunun yanında çok acı bir gerçeği daha belirtelim ki, bu ezilen ve sömürülen Müslümanlar arasında Türk Milleti’nin çok önemli bir bolümü bulunmaktadır.
1970 Yılında yapılan bir araştırmaya göre, yabancı boyunduruğunda tam bir sömürge hayati yasayan Türk nüfusunun sayısı, Türkiye’mizde bulunan genel nüfusumuzun tam iki katıdır.
Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslam ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma planlarını baltalamış ve bu ülkeleri, “ebedi sömürge” statüsüne mahkum etmek için elinden geleni esirgememiştir.
Emperyalist güçler, korkunç bir kültür emperyalizmi programı ile millet çocuklarını milli tarihlerine, milli ve mukaddes kültür değerlerine, milli ülkülerine, milli menfaatlerine, hatta motif ve sembollerine düşman etmekle kalmazlar, kendi değerlerini “bir uygarlık ve ilerilik” unsuru biçiminde onların kafalarına ve vicdanlarına oturturlar. Böylece milli ve mukaddes değerlere bağlı milliyetçilerin karşısına, bu değerlere ters düsen “yabancılaşmış kadrolar” çıkarırlar. Bir ülkede, değerler “ikizleşince”, kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur. İşte düşman, bu noktada aktivitesini arttırır. Ülkenin ve milletin “parsellenmesi” için beynelmilel güçleri harekete geçirir. Ülke artık birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kadrolara bolünmüşse, düşman rahatlıkla at oynatabilecek vasati bulmuş demektir.
Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ sanki bir insan, hem “dindar” hem “milliyetçi” hem “medeniyetçi” olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan “çatışan güçler” meydana getirir. Bu oyunlarını,o kadar ustaca planlar ki,tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz sene geçmesi gerekir. Mesela, Osmanlı Türk Devleti’nin parçalanması ve Orta-Doğu’nun sömürgeleştirilmesi
için,dinimizin ve milliyetimizin düşmanları,din” ile “milliyetçilik” arasında zıddıyyet ve düşmanlık duyguları doğurmayı planlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar.
Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı “Les Francs-Maçons” kitabının 127. sayfasında okuduğumuza göre İslam dünyasında masonlar Cemaleddin-i Afgani ve Muhammed Abduh gibi “din politikacılarını” localarına kaydederek onların eliyle “Dini,milli yapılarına göre reforme ederek” alemşümul İslam dinini bozmak,öte yandan Müslüman Kardeşler(Freres Musulmans) hareketi ile de “İslam’da milliyetçilik yoktur”propagandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle çok kahpece bir planla birbirine zıt “islamcı” ve “milliyetçi” sun’i düşman kamplar doğurmak istemişlerdir.
Emperyalizm, bizim dünyamızda bu “paradoks”tan çok istifade ettiğini ayrıca yazmaktadır. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı,birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.
O halde,Türk milliyetçisine düşen iş,bütün varlığı ile bu oyunu herşeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır. Bu ülkede sun’i olarak birbirine düşman “güya Türkçü” ve “güya İslamcı” cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına,bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır.

Bunun için,Türk-İslam ülküsüne bağlı,Türklük şuur ve vakarına,İslam iman,aşk,ahlak ve aksiyonuna sahip.Türklüğü bedeni,İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan,Dünya Türklüğünün,İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet,zıt değerler değildir. Bu sebepten, “sentez”,tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre,yıllardan beri kullandığımız “Türk-İslam sentezi” yerine, “Türk-İslam Ülküsü” sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını “TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ” olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız.

TÜRK – İSLAM ÜLKÜSÜNÜ YOĞURANLAR:

Türk milletinin, tefekkürüne, en az bin yıldan beri, İslâm dini biçim vermektedir. Kurduğumuz muhteşem kitaplıklar in­celendiğinde görülecektir ki, ilim ve fikir adamlarımızca, in­sanoğlunun meydana getirdiği her türlü kültür ve medeniyet ürünleri atalarımızca incelenmiş, araştırılmış, aşağı yukarı bütün din ve inançlar süzgeçten geçirilmiş ve İslâmiyet, tam bir şuur ve yüksek bir irâde ile tercih edilmiştir. Böylece, «vah­yin aydınlığına» ulaşan Türk’ün akıl ve idrâki, İmam-ı Buhari’-leri, İmam-ı Gazali’leri, Mevlâna Celâleddin’leri, Yunus Em-re’leri, büyük mantıkçı ve şeyhülislâm Mollafenâri’leri, Yu­nan felsefesini imam-ı Gazali çapında tenkid edebilen ve yüce hünkar Fatih Mehmed Han’ın takdirlerine mazhar olan Hocazade Efendileri, imam-ı Birgivî’leri, İbn-i Kemal’leri… yetiştirdi ve onların fikir, kitap ve dersleri ile olgunlaşarak bü­yük imparatorluklar, dünyayı hayran bırakan kültür eserleri ve ölmez medeniyetler meydana getirdi.
Biz, bu yazımızda ve bunu takibedecek yazılarımızda, Türk – İslâm kültür çizgisinde yürüyerek «genel felsefe prob­lemleri» karşısındaki yerimizi ve «dünya görüşümüzü», yüce dinimiz İslâmiyetin aydınlığında, kısa da olsa ortaya koyma­ya çalışacağız. Bütün «sahte tanrıları ve mabutları», gönül­lerden, kafalardan, zaman ve mekân köşelerinden çıkarıp at­mak isteyen, «Allah’tan başka ilâh yoktur» prensibini teme! ölçü kabul eden, şanlı Türk Milleti’ni «Allah’ın ordusu»’bilen. «Türk Milleti birlik, Türk Devleti güçlü olursa insanlık kurtulur, zulüm biter» ölçüsü içinde hareket eden Türk – İslâm ülkücülerinin «fikir sistemi», yüce peygamberler silsilesinin mukaddes alınteri ile ıslanmış, peygamberlik mührünü kıyamete dek elinde tutan şanlı kurtarıcımızın ve peygamberlerimizin (O’na ve onlara selâm olsun) nurdan ellerinde biçimlenmiş, onu takibeden muhteşem «Sahabî kadrosu» tarafından «ci-had ruhu» ile beslenmiş, büyük veliler eliyle yoğrulmuştur. Türk – İslâm Ülkücüsü «Câhid-ü fillah» (Allah için savaşan)-dır. Türk – İslâm Ülküsünü’nün büyük iman, aşk ve aksiyon adamı yüce Fatih, bu ülküsünü şöyle dile getirir:

«İmtisal-i câhid-ü fillah oluptur niyyetim
Din-i islâmın mücerred gayretidir gayretim
Fazl-ı Hakk ü himmet-i cünd-i ricâlullah ile
Ehl-i küfrü ser-teser kahreylemektir niyyetim
Enbiya vü evliyaya istinadım var benim
Lutf-i hektarıdır heman ümid-i feth-i nusretim
Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihâd
Hamd-ü iillâh var gazaya sad-hezaran rağbetim
Ey Muhammed mucizat-ı Ahmed-i Muhtar ile
Umarım gâlib ola a’da-yı dine devletim.»

İşte, Türk – islâm Ülküsü’nü yoğuran bu kadro ve bu ruhtur. Bu ruh, büyük Türk – İslâm kültür ve medeniyetinden kaynaklanmaktadır. Bu dâva ve ülkünün «eskimediğini», «modası geçmediğini» bütün Türk – İslâm düşmanları Allah’ın izni ile idrak edeceklerdir. Türk’e ve islâm’a «kefen biçenlerin» sonu korkunç olacaktır

BİRİNCİ BÖLÜM

DÜŞÜNME İHTİYACI VE
FELSEFENİN DURUMU

DÜŞÜNME VE «ŞARTLANMA»

«Düşünen insana» saygı duyulur, «şartlanmış insan», saygıya değer bulunmaz. Düşünen insan araştıran, «hakikata» özlem duyan kimsedir şartlanmış insan belli «etkiler» karşısında önceden programlanmış «tepkileri» ve davranışları mekanik olarak yerine getiren bir robotdur da ondan.
«Düşünme» kelimesi, beşer tarihi boyunca, daima her milletin sözlüğünde bulunan çok eski bir kavramdır. Düşünmeyi emretmeyen din, düşünmeyi geliştirmek istemeyen bir eğitim, bilmem tarihte var mı? Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de belki yüzlerce defa bu emir tekrarlanmıştır. Dinimiz, ister ayakta olalım, ister oturalım, ister yatalım, her durumda düşünmemizi, gerçeği aramamızı emreder: «Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah’ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler». (Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Sûresi, Ayet: 191). Düşünmek dinimizce ibadet sayılmıştır. Müttefekkir» ler toplumumuzda saygı ve itibar görmüştür. Bu müşahedemiz, bütün tarihimiz için doğrudur.
«Şartlanma» kelimesi ise, bir terim olarak 20. yüzyılın ilk yarısında Rusya’da doğmuş «materyalist ve komünist» sistemin «eğitim ve öğretim» anlayışını şekillendirmiş bir kavramdır. Lenin ve arkadaşları, «komünist devrimini» hazırlarken, Rus ilim adamı ivan Pavlov da, o tarihlerde, ruh, şuur, düşünme gibi «psikolojik kavramları» red ediyor. Bunların yerine «refleksoloji»yi koyuyor. «Eğitim ve öğretim, şartlandırmalardan ibarettir» tezini savunuyor köpekler üzerinde «et» ve «zil» ile çalışmalar yaparak «şartlı tepkiler» kavramlarını geliştirip bunları «insan terbiyesine uygulamak» üzere «devrimcilere» yol gösteriyordu. Görülüyor ki, «şartlandırma», komünist ve materyalist bir eğitim ve öğretimin buluşudur ve anlayışıdır. «Bir köpeğin serüvenleri» adı ile televizyonda seyrettiğimiz seri filmdeki «Joe» adlı köpek, <>belli şartlarda belli mekanik tepki ve davranışlara şartlandırılmış» ve «tetik kelime» söylenir söylenmez gerekenleri bir robot sadakati ile yapmaktadır. İşte materyalizmin ve komünizmin savunduğu «Öğrenme ve eğitim psikolojisi (!)» bu espri ve anlayış üzerine oturmuş bulunmaktadır. Komünist militanların da, önünde öfkelendikleri böyle «tetik kelimeler» vardır. Bir komünist, Allah, millet, vatan, mülkiyet… gibi kavramlar karşısında âdeta köpürür, «Bozkurt» kavramı karşısında âdeta kudurur Çünkü şartlanmıştır.
Düşünme ise, böyle değildir. Bir problem karşısında insanların çeşitli hipotezler kurması, bunların ışığında bilgi toplaması, topladığı bilgileri objektivizme ve determinizme uygun bir yoruma tabi tutması ve makul sonuçlara varılması için zihnin soğukkanlı ve sistemli bir çaba içinde bulunmasıdır düşünme. Bunun için tercih edilir. Bununla beraber, insanın hayatında «şartlanmaların» rolü inkâr edilemez. Ancak insanın davranışlarında, düşünmeye,
şartlandırmadan daha önemli bir yer vermek esastır, insanın ruhî değerlerini inkâr eden bir eğitim, hiç şüphesiz yanlış olacaktır.
Türk – islâm Ülküsü, düşünmeyi emreden araştırmayı ibadet sayan, «taklidi iman» dan «tahkiki imana» çıkmayı isteyen yüce peygamberin (O’na selâm olsun) yoludur. Şartlandırma ise komünist ve metaryalist doktrinin temelidir.

BÜTÜN DÜNYADA HÜKÜM SÜREN BİR FELSEFE SEFALETİ VAR

Evet, bütün dünyayı kaplayan bu felsefe ve inanç sefaletini artık görmemeye imkân yoktur. Anarşi, herşeyden önce kafalarda ve gönüllerde yerleşmiş bulunuyor. Başka insanların kanları ve göz yaşları üzerine kurulu da olsa, refah ve zenginlik içinde yüzen muhtelif renkteki emperyalist ülkelerdeki insanlar, kafa ve gönüllerini saran bu «anarşi»nin doğurduğu sancı ve ıstırabı bütün dehşeti ile yaşıyorlar.
Bugün zengin ve müreffeh bildiğimiz birçok ülkede intihar grafikleri yükselmekte uyuşturucu madde düşkünleri çoğalmakta, ruh hastalıkları ve akıl hastalıkları doludizgin koşmaktadır. Almanya’da, Danimarka’da, Finlandiya’da, İsveç’te intihar oranları diğer ülkelere nazaran daha fazla artmaktadır. Öte yandan Amerika’da beyazlar arasındaki intihar oranı, beyaz olmayanlara nazaran üç kat fazladır. (Bakınız, İntiharın Psikodinamikleri. Dr. Nezahat Arkun, istanbul – 1963 sayfa 49, tablo-13).
Kara ve kızıl dünyada nihilist, inançsız, melankolik, saldırgan, alkolik nesiller bir çığ gibi büyümekte, huzursuz nesiller «bunalımlarını» tatmin için kan ve baruta yönelmekte, karşısında «düşman» aramakta, bulamadığı zaman kendine, kendi değerlerine saldırmakta, kendi öz kardeşini boğazlamaktadır. Üstelik, bu «çöküntü ve azgınlık nöbetleri» yalnız o ülkelerde kalmamakta, «gayretkeş veya özgürlükçü» basın ve yayın organları kanalı ile dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılmaktadır. «Gizli yer altı örgütleri» veya «karanlık güçler» ise bunlara silâh, cephane, uyuşturucu madde, vicdanları ve kafaları karartan kitaplar, temin ederek insanlığın bu korkunç yarasını «onulmaz bir dert» halinde tutarak sömürmeye çalışmaktadırlar.
Muzdarip insanlık kendisini huzura kavuşturacak inancı, fikir sistemini, nizamı ve samimi kadroları her zamandan daha fazla hasretle beklemekte ve aramaktadır. İnsanlar, için için bir araştırma gayretiyle dünyanın her tarafına koşmakta, dinleri, felsefeleri, eski kitaplıkları kurcalamakta yeni sesleri dinlemektedirler. Kızıl ve kara emperyalizmin mağduru olan insanlık, bir şey bulurum ümidi ile Budizmi bile incelemekte, Filipinlerdeki «sihirbazdan» medet ummaktadır.
Batı’lı filozof, felsefe problemleri üzerinde beynini zorlarken, ister materyalist, ister spiritüalist, ister idealist, ister realist olsun, kendi insanının vicdanını ve aklını karıştırmış, onları bunalımdan bunalıma itmiş, onlara şüphe, huzursuzluk ve tedirginlikten ötesini verememiştir. Yüce peygamberleri insanların gönüllerinden uzaklaştırarak, onların yerine kendisini oturtmak isteyen «kızıl ve kara renkli filozof», buna muvaffak olamadığı gibi, şimdi bizzat hazırladığı «bunalım» karşısında şaşkındır. Aklı «vahyin sahasında» koşturmak isteyen, bu suretle bizzat aklı tehlikeye maruz bırakan Batı’lı filozof, şimdi, akıl hastalıklarının ve akıl hastalarının çizdiği grafik karşısında apışıp kalmıştır. Psikiatrist Henry Linck’in «The Return to Re-ligion» (DİNE DÖNÜŞ) çığlığına rağmen, kara ve kızıl dünya, artık bu ihtarı duyamaz ve anlıyamaz duruma getirilmiştir.

ÇAĞIMIZ, İNSANI, İNSANA YABANCILAŞTIRMIŞTIR

Çağımız derken, üçyüz yıllık bir zaman bölümünü kasdetmekteyiz. Bu. 18.. 19. ve 20. yüzyılları içine alır. Bundan önceki dönemlerde, insanoğlunun durumu, her kıt’ada ve iklimde ayrı ayrı olmakla birlikte, genel olarak denebilir ki, atalarımız, dış dünyadan çok, insan problemi etrafında daha çok düşünüyorlardı. Eski Yunan’da «kendini bilmek» filozofînin temeli idi. Bu düşünce uzun zaman Batı Dünya’sında önemli bir, yer tuttu, islâm Dünya’sında ise, yüce sahabî kadrosu, «kendini bilen Allah’ı bilir» ölçüsü İçinde hareket ediyordu. Dr. AIexis Carrel’e (1873-1944) göre de «modern insan, tıpkı ormanda kaybolmuş bir çocuk gibi, kendi yarattığı âlemde maksatsız oradan oraya dolaşmaktadır.» (Bakınız, İnsanlar Uyanın, Alexis Carrel (L Yazıcıoğlu sf: 105, İstanbul. 1956.)
Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de «insanın en güzel bir surette yaratıldığı» ve insanın Allah’ın yeryüzündeki «halifesi» olmakla şereflendirdiği bildirilir. Bu sebepten şairlerimiz insanı «âlemin özü» olarak gönüllere işlerdi. İnsan güzel, insan ulvî, insan sevgi ve saygıya değerdi. İlâhi tecelliler, bu «çamur dünya» üzerinde pırıl pırıl bir «ayna» gibi duran insanın gönül ve şuuruna ulaşırdı.
Sonra birşeyler oldu. Bazı insanlar, her ne hikmetse, «İnsan efsanesini yıkmaya» karar verdi. Daha 18. yüzyılda J. J. Rousseau, Müsavatsızlık Üzerine Nutuk adı ile dilimize çevrilmiş kitabında: ««tefekkür halinin tabiata aykırı bir hal olduğunu, tekemmül eden insanın soysuzlaşmış bir hayvan olduğunu» iddia ederken, Montaigne, Denemeleri’nde, insana «hasta hayvan» sıfatını yakıştırıyordu. Öte yandan, S. Freud, insanın, hayvani insiyaklarının üstünde, ulvi değerlere ve hayat tarzına tırmanışını «süblimation» adını verdiği patolojik (marazı) bir mekanizmaya bağlamaya çalışıyordu. 19. yüzyıl marksistleri ise «tek değer emek» sloganı ile insanın «kol ve kas gücünü» esas alarak «proletaryayı» (kol işçisini) güya yüceltiyorlardı. Zaten materyalizmin ünlü psikologu (!) İvan Pavlov, insanda ruh, şuur, irade gibi kavramları reddediyor, insanı sadece refleksler kompozisyonu tarzında inceliyordu.
Bu gayretler ilim adına da sürdürülüyordu. İnsan efsanesini yıkmak isteyenler, acaip teoriler geliştirerek insanın Âdem-oğulları olmadığını, hâşâ peygamberleri tekzip gayreti ile bizzat ilme ve veraset kanunlarına ters düşen teorileri propaganda ediyorlardı. Nerede ise, kavunu kabağın, leyleği serçenin, çınarı maydonozun «evrimleşmesi» ile açıklayacak ve savunacak bu adamlar, insanı şu veya bu hayvana bağlamak yoluna giriyorlardı.
Artık bütün dünya, nerede ise «en uygar hayvanız biz» şarkısını koro halinde söylemeye hazırlanıyor. Mahkeme kararı jle 1978 Türkiye’sinde «Eurovision yarışmasına» hak kazanan bu «beste» jüri tarafından ikinci değil de birinci ilân edilse idi, belki dünya, bu imkânı daha çabuk elde edecekti.
Evet, evet, materyalist dünyada, insan, kendini kaybetmek üzeredir. Dr. A. Carrel’in «İnsanlar uyanın» çığlığı uyuşturulmuş, ve şartlandırılmış beyinlere artık ulaşmıyor. Çılgın bir müziğin refakatinde insanlar, bir yerlere doğru sürüklenip götürülüyor.

HÜR İNSAN

Sayılarda anlaşmak kolaydır da, kelimelerde ve kavramlarda anlaşmak zordur. Bu sebepten ilim adamları, matematiği yalnız bir ilim olarak değil, «metodoloji» olarak da ele almışlardır.

Günümüzde «hür insan» (özgür insan), «tutsak insan» sözünün çok ve sık kullanıldığına şahit oluyoruz. Eğitim insanı «özgürleştirmeli, tutsak etmemelidir» kabilinden beyanlara ve yazılara sık sık rastlar olduk.

Gerçekten nedir hürriyet? Hangi insan «hür» hangi insan «tutsak»tır? Eğitim, insanı nasıl «hür» yine nasıl «tutsak kafalı» edebilir?

Hürriyetin gerçekte birçok tarifi ve yorumu vardır. Felsefede «hürriyet, etkisiz tepki yapabilmektedir». Yani insanın, hiçbir dış etkiye maruz kalmadan, hiçbir zorlama olmadan, kendi iradesi ile davranabilmesidir. Oysa bu mümkün değildir. Çünkü her yaratık gibi, insan da çok faktörlü bir determinizme bağlıdır, insanı da faaliyete zorlayan biyolojik «psikolojik, tabii, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sebepler vardır ve insan davranışı bunlardan bağımsız değildir. Bugün, ister politika meydanında, ister politika dışında konuşan, yazan ve beyanat veren hiçbir kimse yoktur ki, böyle bir determinizmin dışında bulunsun. A ve B adındaki iki şahıs, bir konuda inandıkları düşüncelerini ortaya koyarken, birbirine zıt düşebilirler. Söyler misiniz, bunlardan hangisi «özgür», hangisi «tutsak» insandır? Her ikisi de, bu cemiyetin çocuklarıdır, her ikisi de aşağı yukarı aynı eğitimden geçmişler, her ikisi de içinde doğup büyüdükleri sosyal, kültürel, ekonomik ve politik ortamdan etkilenmiştir, fakat farklı kadrolarda yerlerini bulmuşlar, şimdi karşılıklı geçmişler «sen tutsak insansın», «ben özgür insanım» mı demektedirler? Yadırgadığımız nokta şurasıdır : Eğitilmiş her insan, etkilenmiş ve bu etkileri şahsiyetinde yeni bir terkibe ulaştırmış kimsedir; dolayısı ile kendinden çok cemiyetinin mahsulüdür. İnsanın, kendi şahsiyetinde çok az payı vardır. Hürriyet, yoksa bu payın adı mı?

18. yüzyıl Avrupası’ndan dünyaya yayılan bir «liberte» (hürriyet) çığlığı vardı. Bu çığlık, o tarihlerde ve bir yüzyıl sonra bile, «ferdin toplumdan kopardığı ve koparmak istediği alternatifleri» ifade ediyordu, Kişi, toplumunun koyduğu politik, dini, ahlâki, hukukî, fikrî,… normaların sertliğinden şikâyet ediyor. «Sosyal kontrolün» baskısını hafifletmek istiyordu. Liberal adam (özgür insan), «toplumun sansüründen» rahatsız olan, «özel hayatına» değer veren ve kendini yaşamak isteyen bir tipti. Alman fikir adamı Nietzsche (Niçe)’de, «sürü’den kurtulmak», «topluma tapınmaktan» kaçmak, «ego»yu tanrılaştırmak biçiminde ortaya çıkan, önce «individüalizme» (ferdiyetçiliğe), sonra da anarşizme varan bu hürriyet (özgürlük) anlayışı, sert toplumcu reaksiyonlara ve direnişlere vesile olmuştur. Şu halde hür insan (özgür adam) «cemiyete kafa tutan, onun din, ahlâk, hukuk ve töresine» ters düşen adam da olamaz.

Şu halde kimdir hür insan (özgür insan)? Hep düşünen, araştıran, kritik eden, karar vermekte acele etmeyen, karar verdikten sonra azim ve sebat göstererek yolunda yürüyen kimse midir? Buna, belki diyebiliriz. Ama bir şartla, düşünme, araştırma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yürüme vetiresine yön ve biçim veren hareket noktasını bilmek kaydı ile. Çünkü felsefe tarihini dolduran fikir adamları, politika sahnesini kaplayan kişi ve kadrolar düşünme, araştırma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yürüme gibi zihni ve ekli fonksiyonlara mutlaka yer veriyorlardır, fakat çıkış noktaları ve bunlara yön veren prensipleri farklıdır. Bununla beraber, her biri bir diğerini «tutsak kafalı» olmakla itham edebilir. O halde önemli olan hareket noktasını seçmekte midir? Yani hür insan (özgür insan) ilk adımını sağlam atan insan mıdır? Ferdi, ahlâk anlayışının temeline olan Nice mi, yoksa ahlâk anlayışının temeline toplumu oturtarak bir vazife şuuru ile hareket etmemizi isterken E. Durkheim mi sağlam adım atmıştı? Bunlardan hangisi «özgür kafalı» hangisi «tutsak’ kafalı» idi? Görülüyor ki, bu da çıkış kapısı vermiyor.
Türk – İslâm ülküsü açısından durum daha farklı bir biçimde ele alınmalıdır. İslâm dünyasının yetiştirdiği ünlü ilim ve din adamlarından. îmam-ı Kuşeyrî (milâdî: 985-1074), (esas adı Ebül Kasım Abdülkerim Bin Havazin’dir), Risale-i Kuşey-rîyye adlı kitabında hürriyeti, «Allah’tan gayrısına kul olmamak» biçiminde tarif eder. Bu anlayış, Islâmın hürriyet tarifini özetler. Gerçekten de müslüman, Allah’tan gayrısına kul olmaz ve hareketlerine Allah’ın rızasından başka bir çıkış noktası aramaz. O ««egosunu» da, toplumu da putlaştırmaz. Bu sebepten objektif ve sübjektif bütün sahte mabutları kafasında ve gönlünde kırar, mutlak varlık olan Allah’tan gayrı ilâh tanımaz. İslâm’ın «Allah’tan başka ilâh yoktur» parolası, insana hür olmanın da sırlarını verir.

Bütün bunlardan sonra denebilir ki Türk-İslâm ülküsünde hürriyet, «Allah’tan başka ilâh yoktur» ölçüsü ile hareket edebilmektedir. Bize, bu muhteşem cümleyi öğreten yüce ve şanlı peygambere selâm olsun.

FİKİR SİSTEMİ

Ülkemizde, nasıl meydana geldiği ayrı bir tartışma konusu olan «kavram kargaşalığı» belâsı yüzünden, gerçekten anlaşmak zorlaşmıştır. Sistem, doktrin, program, plân, strateji,… gibi kavramlar içice girmiş, çok defa birbirlerinin yerine kullanılır duruma getirilerek zihinler karıştırılmıştır. Oysa, bunlar farklı şeylerdir.

Herşeyden önce fikir sistemi, belli bir çıkış noktasından hareketle, aklın kanunlarına ve aklın metodlarına göre sistemli bir zihni araştırma yoluyla «bilgi problemine» (bilginin menşei, bilginin değeri, hakikat problemi gibi konulara), «varlık problemine» (varlığın mahiyeti, esası nedir? Madde, hayat, ruh, Allah nedir? Varlık tek midir, çok mudur, zaman, mekân ne demektir? gibi sorulara), «fiil (actlon) problemine» (hürriyet, kader, determinizm, irade ve sorumluluk gibi konularda) kendi arasında tutarlı bir genel bakış ve yorum getirmeyi ifade eder. Felsefe, sıra ile «bilgi teorisi» (Epistemologie), «varlık teorisi» (Ontologie) «fiil (aetioni teorisi» adını verdikleri konularda, kendi içinde tutarlı bir yorumlama biçimidir.

Peygamberler, bu konularda «vahyin rehberliğindeki bir akıl ile» filozoflar ise, kendi kendini kurtarmayı iddia eden bir «trajik» akılla çözüm ve yorum getirmeye çalışmışlardır. Peygamberler ve veliler, akıl ve düşünmeyi değerli buldukları halde, yukarıda saydığımız konularda, bu kaabiliyet’erimizin, insanları tatmine ve huzura kavuşturacak bir güçte olmadıklarını belirtiyorlar. Filozofların, bütün felsefe tarihinin incelenmesinden de görüleceği üzere, birbirleri ile boğuşup durduklarını, «akıl ve aklı yıkarak» bugüne geldiklerini, insanlara «iman ve huzur» yerine, şüphe ve tedirginlik getirdiklerini haklı olarak ortaya koyuyorlar. Dinimiz, insanların, bu konuda da, Allah’ın «yardım ve merhametine muhtaç olduklarını», peygamberlerin bu sebeple gönderildiğini, bu problemlere «vahyin» yardımı ile ama yine akılla ve düşünerek ulaşılabileceğini ısrarla belirtir. Gerçekten de «vahyin aydınlığını yitiren» bugünün, çeşitli renkteki felsefî akımları içinde «bunalmış insanını» gördükçe bu hakikat daha iyi anlaşılmaktadır.

İslâm’a göre, «tam akıl», Allah’tan gayrisini bağlayan «sün-netüllah»tır, «âdetullah»tır. Buna «akl-ı küll» de denir. Akl-ı küll, bütün yaratıkları içten ve dıştan kuşatan ve dizginleyen «âlemşümul» nizamdır. Bu nizamın sırları ve incelikleri, çok üstün ve seçkin yaradılışa sahip peygamberlere vahiy ile verilmiştir. Bu sebepten, en yüce insan olan Peygamberimiz (O’na selâm olsun), «akl-ı küll» sahibi idi. Bütün varlığı, bütün kıpırdanışları «tevhid» nuru ile çözüyordu. Peygambere inanmayan ve beşer tarihi içinde bir gerçek olan «peygamberlik görevine» inanmayan bir «akla», bu söylediklerimizi kabul ettiremezsiniz. Tevhid nurunu kaybeden bu «akıl kırıntıları», kendilerini bunaltmaya mahkûmdurlar.

Tevhid nurundan habersiz kalan «akl-ı cüzz» sahipleri, cılız idraklerinin kandillerinde, şuurlarını daralmaktan öte birşey bulamadılar. Yahut, onlar, «Zifiri karanlık bir gecede, şimşeklerin ve yıldırımların kısa süreli aydınlığında yol bulmaya çalışan kimseler» gibi şaşkın ve tedirgin kaldılar. İslâmda, böyie bir akıl çabasına «akl-ı sakim» adı verilir. Akl-ı sakim, dar nefsaniyete bağlı bir idrâk kösteğidir.

Akl-ı selim ise, «vahyin sahasında» at koşturmak yerine, bir <kitab-ı ekber» olan âlemdeki varlıkları ve olayları, mutlak varlık olan Allah’tan idrâkimize ulaşan «mesajlar» durumunda ele alır, «tevhidin ışığında» onları anlamaya ve yorumlamaya çalışır. Dinimiz, asla aklı susturamaz, onu, Mevlâna Celâled-din-i Rumi’nin deyimi ile «parça akıl» olmaktan kurtarır, nefsin (ego’nun) karanlığından «tevhidin nuruna» çıkarır; düşünmeye ve araştırmaya (‘bir ibadet» aşk ve huzuru getirir. İmam-ı Gazali ve imam-ı Rabbani ve daha niceleri, işte bu suretle çalışan, düşünen ve dünyanın hayranlığını toplayan velilerimiz ve mütefekkir- lerimizdir. Türk – İslâm Ülkücülerinin «fikir sistemi» Allah ve Resulünün çizgisinde yürüyen «akl-ı selim» sahibi, bir yüce veliler ve mütefekirler kafilesince yoğrulmuştur.

Kara ve kızıl renkli filozoflar, ister materyalist, ister idealist, ister spiritüalist… olmak iddiasını taşısınlar, Batı’lı insana ve onların yolunda gidenlere birşey veremediler, ıstıraplarına çare bulamadılar. Bugün ya kopkoyu bir materyalizmin, ya tedirgin edici bir şüpheciliğin girdabında boğulan, yahut bir «felsefesiz-lik felsefesine» sığınarak intihar etmek korkusu ile «varolmaktan öte bir saadete yol bulamayan ve tam bir «felsefe sefaletine» yuvarlanan kara ve kızıl dünyadan ve onların filozoflarından bizlere bir hayır gelmeyecektir.

Fikir sistemi etrafında şimdilik bu kadar duralım. Doktrin, program, plân ve strateji kavramları ise «fikir sisteminin» ışığında içinde bulunduğumuz zamana, mekâna ve şartlara göre giderek detaya inen sosyal, kültürel ekonomik ve politik hedefler, çalışma şekilleri ve uygulama metodlarını ifade eder. Sistem çok uzun sürelidir, hattâ esasta hiç değişmez, fakat doktrin daha esnek program ise çok dinamiktir. Planlar ise her an değişebilir. Strateji ise şartlara göre bunlar arasında birlik, bütünlük ve uyumu sağlamayı ve kurabilmeyi esas alan prensipler manzumesidir.

İNSANLARIN BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNE İHTİYACI VAR

Bu ihtiyaç, o kadar köklüdür ki, İslâm dünyasında «bir tefekkür tarihi» ve bütün dünyada ise koskoca «bir felsefe tarihi;; doğmuş bulunmaktadır. Tarih ve günümüzdeki gerçekler bize gösteriyor ki, insanlar, araştırmak, düşünmek, inanmak zorundadırlar. Bu ihtiyaç âlem-şumuldür. Hiç kimse, uzun müddet şüphede, kararsızlıkta, boşlukta duramaz. İyi – kötü, doğru -yanlış herkes birşeylere inanır, geniş veya dar herkesin bir «dünya görüşü» vardır.

İlmi felsefeden ayrı olarak varlık, bilgi ve irade problemleri üzerinde çalışan, insan ve «insanötesi» üzerinde, toptan bir tefekküre ulaşmak isteyen «bütüncü» bir zihin çabasına genel felsefe» diyoruz. Bugüne kadar gelen «felsefe tarihi» ve İslâm’da, felsefî akımlar karşısında görüşlerini ortaya koyan «iIm-i kelam», daha çok bu türden zihnî çalışmaları yansıtmaktadır.
Genel felsefe, yalnız bilgi dallarındaki gelişmelerin ışığında, bir dehânın zekâsı ile çağın seviyesine uygun genel bir senteze ve sisteme ulaşmaya çalışmaz, bir bakıma «insan bilgisinin ilmini» yapmaya çalışır.

Günümüzde, ilimlerin çok fazla çeşitlenmesi, ihtisas alanlarının daralması bu sentezi başarmak hususunda insan zekâsına büyük güçlükler getirmekle beraber, zor olsun, kolay olsun, bu işin başarılması konusundaki çalışmalar devam edecektir ve etmektedir. Çünkü, bu durum, böyle bir senteze ulaşma ihtiyacını azaltmak yerine daha da çoğaltmış bulunmaktadır.

İnsan fert ve grupları, içten bağlanacakları ve kendilerini mutlu kılacak «bir inanç ve dünya görüşü istemektedirler» Bütün zaman ve mekânların insanı bu ihtiyaçla kıvranmaktadır Bugünün insanını düşünmekten alakoymak için kurulan tuzaklar, (çılgınca danslar, delice müzikler, arenaya döndürülen stadlar, kumar, fuhuş ve uyuşturucu madde evleri…) herşeye rağmen «düşünen ve inanan insanı» henüz tamamen yıkamadı, yok edemedi.

«ilmi felsefe» ile, olaylara ve varlıklara, bizzat olayların ve varlıkların «objektif verileri» ve ilişkileri ile yaklaşmak, yorum yapmak ve objelerin dili ile düşünmek esas alındığı halde, «genel felsefe» ile bilgi ve varlığın, insan idrakinde ve varlığında «senteze» ulaşması ve bütün varlık tezahürlerinin, belli bir sistem içinde «insanda seyredilmesi» esastır. Böyle bir tefekkür, insanın kendi varlığını, bütün varlık tezahürlerine «ayna yapması» ile doğar.

Varlık âleminde, büyük küçük, canlı cansız her varlık, bir radyo vericisi gibi «kendi dili ile» yayın yapar, kendi verileri ile âdeta kendini anlatır, insanoğlu ise, idrakini ve zekâsını bir «anten» gibi kâinata germiş olup bu varlık tezahürlerinden gelen verileri toplamakta, bunları kendi diline tercüme ederek yorumlamaktadır. Bu idrak ve yorumların sayısı da «idrak edicinin» idrak ve zekâsına göre çeşitlenmekte ve çoğalmakta…

Bir tarafta, bütün tezahürleri ile varlık, öte tarafta insanın zekâ ve İdraki bulunmaktadır. Kısacası, «insan» ve «insanötesi» ikilisinden «bütüncü»bir bilgi ve yoruma ulaşma
çabasına isterseniz «felsefe», isterseniz «tefekkür» diyebilirsiniz. İnsan, kâinatın ve bütün varlık tezahürlerinin «gözlemcisi», insandan gayrı herşey de «insanötesi»dir.

Bütün bunlardan sonra bilinmelidir ki «vayhin» ve «tevhid»-in nurundan mahrum bir akıl, böyle bir sentezi kurmada daima başarısız kaldı.

BATI FELSEFESİNDE, VARLIĞIN MAHİYETİ VE BİLGİNİN KAYNAĞI

Biz, genç okuyucularımıza, Batılı düşüncenin esaslarını kısaca anlatacağız. «Vahyin aydınlığından» kaçarak kendi «idrakini» gerçeğin mihengi sanan, Nietzsche’ (Nıçe) nin «trajik Adamı», yani, bir bakıma Batılı filozof, saçlarını ve sakalını yolarak düşünüyor: Acaba bilginin kaynağı objeler (eşya) mı, yoksa «.insan zihni» mi? işte, her rengi ile Batı filozofisinin dimağını eriten, çatışmalara sebep olan, koskoca «felsefe tarihini» meydana getiren «temel soru.» bu olmuştur. Evet bilginin kaynağı, «objet»mi, yoksa «sujet» mî? Varlığın mahiyeti nedir?

Bilginin kaynağı, objelerdir, diyenler de kendi aralarında anlaşamadılar, çeşitli ekollere bölündüler. Genellikle «empırıcme» (amprizm = tecrübecilik) adını alan bu tür düşünce sahipleri, sahip olduğumuz her türlü bilginin ve bizzat insan şuurunun «dış âlemden» gelen tesirlerle kurulduğunu ve yoğrulduğunu savundular. Hobbes, Epikür. Condülac, gibi filozoflar Ksensuaüst» (ihsascı) bir ekol geliştirerek «bilgimizin ilk unsurları duyularımızdır, zihnimizde ne varsa dışarıdan gelmektedir, dimağımız, boş bir levha gibidir ve gelen ihsasları (duyuları) kayd eder.» Locke, Hume, Stuart Mili, bu düşünceleri çok az değiştirerek, dışardan gelen uyaranların «peşpeşeligi» demek olan ‘(association) kavramını kabul ederek aklın bu mekanikliğine uyarak kurulduğunu savundular. Bu arada, Batı’da pozitivizmin doğduğuna şahit oluyoruz, Auguete Comto, zihin, olayları, yine olayların verileri i!e kavrayabilir, o, «Mutlaksı kavrayamaz; Mutlak, ilmimizin dışında kalır, bu «sebepten varIık problemi» (ontoloji) üzerinde araştırma yapmak imkânsızdır pozitif düşünceye ulaştıktan sonra, insanın «metafiziğe» ihtiyacı kalmaz, çağımızda metafizikçinin yerini «ilim adamı» alacaktır, diye düşünür. İzleyicisi Littre de, Auguste Comte gibi, Mutlak’ın kavranamazlığını doğru bulmakla beraber. «Mutlak Varlığı» kabul eder, ancak bilgimizin «mutlak âlemin» içinde değil kenarında kaldığını itiraf eder. Hipolite Tain, şuurumuz için var olan bilginin yalnız «fenomenlerden» gelen duyulardan ve bunların birleştirilmesinden ibaret olduğunu, bunun dışında birşey bilemeyeceğimizi savunurken, S. Mili ise, insan zihninin ancak tecrübe ile bilebileceğini, onun ötesine geçemiyeceğini belirtiyordu.

Demokrit ve Epikür ile başlayan «materialisme» (maddecilik), Cabanis, Bühner, Haeckel,… gibilerle günümüze kadar ulaştı. Cabanis: «Hazım nasıl midenin bir fonksiyonu ise düşünce de dimağın bir fonksiyonundan başkası değildir» derken, Haeckel de insanın, bir madde ve enerji yığınından başka birşey olmadığını, sonsuz bir mekân ve zaman içinde daimi bir değişim içinde bulunan madde, yoğunlaşıp çözülerek her türlü oluş ve yuğruluşa kaynak olmaktadır, bütün ruh: olaylar, maddi olayların bir tezahüründen ibarettir, bilginin kaynağı da, bilgiyi tayin eden de maddedir. Modern materyalizm halen bu noktadır.

Bilginin kaynağı, insanın zihni ve şuurudur, diyenlere gelince, onlar da kendi aralarında anlaşamadılar, farklı ekollerde toplandılar. Genellikle «rasionalisme» (akılcılık) adını verebileceğimiz bu akımın filozofları,eşya ve olayları, bilginin temeli değil,belki sebebi saydılar ve bilgiyi tayin eden gücün insan zekâ ve şuuru olduğunu savundular.Sokrates ve Platon’la başlayan bu görüş günümüze kadar çeşitli adlar alarak gelmiştir.İdealizm,
sipiritüalizm,hatta rölativzm ve septisizim bu görüşün çeşitli görünüşlerini ifade ederler

Eski Yunistan’ın ünlü filozofu Sokrates, insan bilgisin «tecrübe öncesi (a priori) ve «deductif» (tümdengelime ait) bir karakteri olduğunu savunuyor, insan aklının «mutlak hakikati» kavrayacak güçte ve buna hazır bir biçimde yaratıldığını belirtirken, talebesi Platon, gerçek, «idea» (küllî ve zaruri fikirlerdir. Objeler itibarî (relatif) dir, «idea»lar ise tam ve mükemmeldirler. Platon’un talebesi Aristoteles ise, bilginin iki türlü olduğunu, hem tecrübeden, hem de akıldan kaynaklandığını —kendinden çok sonra gelecek E. Kant’ı hatırlatacak bir biçimde— ortaya koyar. Descartes, bilgilerimizin hem objektif, hem de «mutlak» bir değer taşıdığını iddia eder, duyular kanalıyla aldığımız verilerin aklî prensiplerle düzenlendiğini belirtir. Aklî prensiplerin ise Allah vergisi olduğunu savunur.

İdealizmin en tanınmış taraftarları Berkeley, Hume, Kant, Scheiling, Hegel, Schopenhauer’dir. idealizmi daha da hassaslaştırarak spiritüalisme (ruhçuluk) biçiminde ele alan H. Bergson’dur. Bunların düşüncelerini kısaca özetlersek, Berkeley’e göre: duyularımız sübjektiftir, duyularımıza gelen verilere «madde- adı verilemez; çünkü madde adı verilecek «bir cevher» yoktur. Bütün varlıklar ruhlar ve fikirlerden ibarettir, idrakimize yön veren Allah’tır. Berkeley’in bu görüşüne «sübjektif idealizm» yahut (immaterialisme) adı verilir. Hume, Berkeley’in düşüncelerini daha da ileri götürerek, bütün varlık ve tezahürleri «şuur olaylarına» irca etti, hem maddeyi, hem de «Mutlak Varlığı» inkâr etti E. Kant. bilgimizin izafi olduğunu savunurken dış âlemden gelen duyuların verilerini, zihnimiz kendi bünyesi içinde değiştirir görüşünü savundu. Zihnin kategorileri şahsi değildir, küllidir. Fenomeni (görünüşü) anlamak elimizdedir. Numen’i (asıl gerçeği) anlamak elimizde değildir, diye düşünen Kant, «pratik akıl» için «metafizik imkânını» kabul ederken «teorik akıl» için “bu imkânı reddediyordu. Schelling ise, «mutlak» ile «aklı» aynı değerler olarak kabul ediyor, tabiatın ve insan zihninin, aynı anda hem objet, hem de sujet olduğunu, ancak tabiatın daha objektif, insan zihninin daha sübjektif- olduğunu savunuyor. Ona göre mutlak yahut akıl. tabiat ve zihnin sentezini değil ayniyetini ifade ederler. Hegel ise. tabiat ve zihni, Mutlak’ın eseri kabul eder, ancak bu «Mutlak Fikir»dir. Çünkü fikir ile varlık aynı şeydir. Fikir, oluş halindedir, yokluk yoktur, yalnız oluş vardır. Fikir hareket halinde iken tez, antitez ve sentez safhalarından geçer. Fikir varlıkta vardır ve tez adını alır. Sonra zıddı ile karşılaşır tabiat adını alır bu antitezdir.Bu sentez yeni bir tez olur ve antitezi tarafından yıkılır, bu, böyle devam eder. Hegel, bu düşüncesini tarih olaylarının yorumlamasına tatbik ederek «Tarihî İdealizmin Diyalektiğini» ortaya koyar. Sonradan K. Marx, Hegel’in bu düşüncesini ters çevirerek «Tarihî Materyalizmin Diyalektiğini» kurduğunu iddia edecektir. İdealistlerden Scohopenhauer ise, varlığın temelini «irade» olarak görür. Kâinat iradeden başkası değildir. Her varlık bir iradedir ve irade her varlıktadır. Madde, iradenin şuursuz halidir, bütün kıpırdanışlar «İrade» ifade eder. Bütün iyiliklerin ve kötülüklerin kaynağı «yaşama iradesidir», mutlak olan bu iradedir. Zihin, yaşama iradesinin insandaki görünüşüdür, zihin kâinatın kendini değil, görünüşünü verir. Mutlak iradenin en önemli eseri varlığımızdır, kendimizi inceliyerek âlemi tanımaya çalışmalıyız, diye düşünür.

Yunanlı filozof Platon, insandan önce var olan ve ölümden sonra da devam eden, maddeden ayrı bir ruha inanırken, Aristo, ruhun maddeden doğmadığını, ancak madde ile beraber bulunabileceğini savunur. Descartes, ruh ve bedeni bir diğerine paralel fakat farklı mahiyette bulur. Leipniz de aşağı yukarı böyle düşünür, o ancak ruh ile beden arasındaki ahengi ezeli ve ilahî iradeye bağlar. Mclebranche, zahiren, düşünen ve karar veren insanmış gibi görünse de gerçekte bu işi yapan Allah’tır. Allah’ın iradesi esas, insanın iradesi vesiledir. Spinoza ise, ruh ve bedeni bir tek cevherin tecellileri olarak yorumlar Bu tek cevher ise, Allah’tır. Beden ve ruh arasındaki paralellik, aynı kaynaktan gelmiş olmaları ile anlaşılır. Fichte de ruhu bedenden ayrı olarak görür. Ravaisson’a göre de, kâinata hâkim olan güç ruhtur, şuurumuz ve zihni kaabiliyet’erimiz ruhun mahsulüdür, ruh ölmez, H. Bergson’a göre, ruh ve madde birbirine irca edilemez. Ruh keyfiyet, madde kemiyet halindedir, ruh hürriyete, madde zarurete bağlıdır. Ruh, madde ile temas kurarken bir taraftan onun kalıplarına katlanarak zekâ, ilim ve kategorilerin doğmasına sebep olurken, diğer taraftan da oradan bir «hayat hamlesinin» fışkırmasına vesile olur
.
Hiç şüphesiz. Batı filozofisi bu kadar basit bir izahın içine sığmaz. Lâkin anlatmak istediğimiz şudur, felsefe, aklı araştırmaya sevkeder, fakat insana fert ve toplum olarak huzur ve mutluluk veremez. Bunu filozoflardan beklemeyiniz. Bize saadetin sırlarını yüce peygamberler kadrosu (hepsine selâm olsun) vereceklerdir.

İKİNCİ BÖLÜM
DİNİMİZ İSLÂMİYET

PEYGAMBERLER, FİLOZOF DEĞİLDİR

«Felsefe» ayrı şeydir. «Din» ayrı şeydir. Bunlar arasında fark bulamıyanlar, ya cahildir, yahut ard niyetli…
«Akıl» ile «Vahiy» arasındaki farkı kabul etmeyenlere «filozof» ile «peygamber» arasındaki farkı kabul ettiremezsiniz. Bütün idrakini, beş duyunun sınırları içinde «tutsak» eden ve kendini aşma cehdini duymayan bir akıl, «renkleri idrak edemeyen bir kör» gibidir, ona boşuna «sezgiden, ilhamdan, vahiyden» söz etmeyin. Unutmayınız, «peygamberlere iman etmeyen kimse» mümin değildir. İslâmın «basiretinden» mahrumdur. Oysa, filozof ile peygamber arasındaki fark, inkâr edilemez.

Peygamber «din» kurucusu, filozof «sistem» sahibidir. Din, vicdanı «iman» ile, aklı tefekkürle. cemiyeti getirdiği «norm»larla besleyen ve kavrayan bir ilâhî nizam» dır. Felsefe ise, vicdanları etkilemeye, cemiyete «norm» getiremeyen, sadece aklı, bir «sistem içinde» düşünmeye götüren bir zihin çabasıdır.

Filozof, varlığın mahiyeti, bilginin doğuşu ve kaynağı, hareket ve iradenin sebebi üzerinde belli metodlar ve kanunlar içinde düşünür. Varlıkları ve oluşları, beş duyunun verileri ile yorumlar, kendini tatmine çalışır. Gücüne göre, az veya çok «bir entellektüel zümreyi» de peşinden sürükleyebilen filozoflar da vardır. Filozofun «sistemi», kendi düşüncesi ile varlık, bilgi ve irade konusunda geliştirebildiği ve kurabildiği bir sentezi ifade eder.

Filozofun geliştirdiği bu sistem, «şüphe» ile kurulmuştur; aklın tereddütleri törpülene törpülene gelinen nokta, filozofun «idrakinin sınırı»dır. Bu, bir bakıma aklın sustuğu, fakat «sonsuzluğa» hasret duyan insan şuurunun tedirgin olduğu noktadır.

Filozofun, determinizme ve objektivizme bağlı «buz gibi» bir akıl ile gelebildiği nokta, belki organizmamıza yeter, fakat ruh ve vicdanımız, «şuurumuzu» sonsuzluğun, tükenmezliğin, «mutlak hakikatin» ateşi ile tutuşturur. Âleme, «buz gibi bir bakış» ile değil «şefkat, merhamet ve aşk» ile yönelen bir «göz ve gönül» arar. Peygamberlerin ve velîlerin ellerindeki sıcaklığı, filozofun «soğuk» ellerinde bulamazsınız. İnsanlık bu sebepten peygamberleri daima, folozoflara tercih etmiş ve onların etrafında toplanıp kenetlenmiş, onları canlarından aziz bilmiştir.

Peygamberler, akla değer verir, düşünmeyi ibadet sayar, fakat insan aklının ve idrakinin sınırlı bir güce sahip olduğunu da bilirler. Beş duyumuzun, olayların ve varlıkların kabuğunda dolaştığını, ulaşabildiği bilgilerin itibarî olduğunu, vicdanı şüpheden kurtarıp «imana» götüremediğini, bu sebepten aklı aşan bir bilgi yoluna, «vahye» muhtaç bulunduklarını, kendilerine doğuştan verilen çok yüce bir idrak gücü ile kavramışlardır.

Filozoflar, aklın ve şüphenin doğurduğu girdapta bunalırken, peygamberler iman ve aşkın huzuru içindedirler. Filozof, kendine ulaşan verilere acaba «eşyadan mı, yoksa zihinden mi geliyor?» diye şüphe ile yönelirken, peygamber, ister eşyadan, ister tabiattan, ister canlıdan, ister cansızdan gelsin, her varlığı ve veriyi «ilâhî bir mesaj» olarak okur. Filozof «kesrette» bunalır, peygamber «tevhidde» mutlu olur. Filozofun idraki determinizmin dişlileri arasında ufalanırken, peygamber «sünnetüllahı» hayranlıkla seyreder.

Kültür ve medeniyette filozofların etki ve rolünü küçümsemek istemiyoruz. Ancak kültür ve medeniyetlerin doğuş ve kuruluşlarında peygamberlerin» rolünü ve değerini küçümsemeye kalkışanları uyandırmak istiyoruz. Tarihi inceleyiniz, kültür ve medeniyetlere, hiçbir filozof, peygamberlerin getirdiği ruh ve heyecanı getirmemiştir. Beşer tarihinin en önemli simaları daima peygamberler, en çok okunan kitapları ise «mukaddes kitaplar» olmuştur. Kültür ve medeniyetler, «mukaddes kitapların» ışığında kurulup gelişti. Tarihte, asla «lâik» bir medeniyete tesadüf edemezsiniz.

İNSAN, KENDİNE YETMİYOR

Allah’tan başka hiçbir varlık mükemmel değildir. Bütün yaratıklar âciz, sınırlı ve fânidir. Bununla beraber, mükemmelliğe, sonsuzluğa, ölümsüzlüğe en fazla ihtiyaç duyan canlı, galiba insandır. Yaratıklar içinde kendi aczini, cehlini ve zulmünü —kendisine tevdi edilen yüksek bir idrak gücü ile— idrak edebilen ve bu idrakle yücelere tırmanmasını bilen de yine insandır. İşte Kur’ân-ı Kerim’de (Azhab suresi, âyet 72’de) öğülen, «cehaletini» ve «zulmünü» idrak edebilen bu insandır.

Bilgi edinen varlık (sujet), insandır, bilginin konusu da insandan gayrı şey (objet) lerdir. İnsan, kendini incelemeye yöneldi mi, objet – sujet bütünleşir. Bununla beraber, insan, bilgi edinirken kendini bütün varlık tezahürlerinin dışında tutmaya çalışan bir gözlemci olmak iddiasındadır. Ama insan, düşünürken ve araştırırken bir taraftan dışa, bir taraftan da devamlı olarak kendine bakar. Kısacası, «bilinmeyi dileyen» Mutlak Varlık iradesi ile insanoğlu, kendinin ve varlığın sırrını çözmekle görevlendirilmiş…

insan bilmeye «aç» yaratılmıştır. İnsandan gayrı varlıklar, statükoları içinde hapsedilmiş gibidir. İnsandan aşağı yaratıklar «kendileri» ile yetindikleri halde, insan doymak bilmez bir «bilgi açlığı» içindedir. Yaratıkların en mükemmeli olan insanın kendisi ile yetinmemesi ve kendini aşma cehdi yadırganabilir.

İnsan, yüksek bir idrak gücü ile kendini ve davranışlarını «kritik» edebilmekte, herşeyden önce «organizmasının» kendine yetmediğine dair «bir ilk bilgiye» ulaşabilmektedir. Galiba, şuurun, en kısa tarifi, «insanın kendini ve davranışlarını kritik edebilmesi» olarak yapılabilir.

Diğer canlılar, organizmalarını ve davranışlarını kritik edememekte, kendilerine verilenle yetinmektedirler. Onlar, sesleri işitmek için kulaklarının veya antenlerinin yetersiz olduğundan, gözlerinin ve sinir sistemlerinin sınırlı bir imkân tanıdığından… habersiz görünmektedirler. İnsan ise, herşeyden önce, kendi organizmasının, organlarının ve sinir sisteminin… yetersizliğini idrak edebilmekte, davranışlarındaki kusurları görebilmekte, kendini tamamlamaya ve davranışlarını mükemmelleştirmeye yönelmektedir.

insan, maddî ve manevî varlık ve değerlerle kendini tamamlamak isterken, kendindeki eksikliği daha fazla keşfetmekte, «psikolojik açlığı» derinleşmektedir. Böylece, sonsuz, tükenmez ve mükemmel olan Mutlak Varlığın farkına varmakta, O’nu özlemeye başlamaktadır. Kendini, «ten kafesine» kapatılmış hisseden insan idrak ve zekâsı, kendi fâni, sınırlı ve izafî varlığını yırtıp aşmak istemektedir. İnsan ruhu, organizmanın dar kalıplarını bu suretle zorlamaya başlar. Âlemlere sığmayan sonsuzluk ve ölümsüzlük bütün mükemmelliği ile «bizim gönlümüze» oturur, organizmamızın ve sinir sistemimizin sınırlılığını, güçsüzlüğünü, yetersizliğini ısrarla işaret edip durmakta devam eder.

İnsan, «sıfırı» vehmeder ve ondan ürker, aksine sonsuzluğu keşfeder ve onu özler. Böylece, insanın «psikolojik açlığı», sonsuz ve Mutlak Varlık’ta var olma şuuru tarzında gelişir. Allah’la var olan insan, bu sefer Allah’ta var olmak hasreti ile yanıp tutuşmaya başlar. Bu ulaşılmaz, fakat insanı insan yapan bir Hasrettir.

İNSANÎN AÇLIĞI

Üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir açlık. Bu konu o kadar istismar edilmiştir ki, bir «açlık edebiyatından» bile söz edenler var. Açlığın ilmi de yapılmış. Açık açlık, gizli açlık, marazı (patolojik) açlık…
Bilindiği üzere, insan organizması da, tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi, kendine mahsus ve belli bir elementler kompozısyonu durumundadır. Bilmem ne kadar su, ne kadar kireç, ne kadar kömür, ne kadar demir, fosfor, azot vesaire gibi elementlerin dengesi üzerine kuruludur. İnsanda bu dengenin tam ve eksiksiz bulunduğunu kabul edebileceğimiz teorik durumu «homostatik denge» olarak isimlendirirler. Fakat insan, devamlı bir hareket ve mücadele durumunda olduğundan, devamlı olarak «enerji» sarfettiğinden bu denge, bir taraftan bozulurken, biz de bir taraftan eksilen elementleri tamamlamak üzere beslenmek zorunda kalırız. İşte «fizyoljik acıkma» budur. Fizyolojik acıkma «mide kazıntısı» biçiminde gözükürse «açık açlık», cilt rahatsızlıkları, tırnak çatlaması gibi biçimlerde tezahür ederse «gizli açlık» adını alır. Gizli açlığın sebebini doktorlar bulur,o bazan kolay kolay hissedilmez.

Maraz, (patolojik) açlık ise, çok defa tatminsizliklerin «telâfi mekanizması» tarzında, doymak bilmez bir iştah ile, «oburlaşmak», fizyolojik ihtiyaç olmadığı halde, «ısrarla, yemek yemek arzusu» tavrında ortaya çıkar. Genellikle sevgiye doymamış, kendini devamlı bir tehlike içinde hisseden birçok insanda bu durumu gözlemek kolaydır. Günümüzde, bu hastalığın kitjelere de sirayet edebileceğini görüyoruz. Manevî boşluğa yuvarlanan «insan gruplarında» bir «tüketim tutkusu» tarzında ortaya çıkan durumun gittikçe genişlemekte olduğunu da müşahede etmek kolaydır.Materyalizmin doğurduğu manevi boşluğu, «din ve iman karın doyurmaz» sözü ile maskeliyerek korkunç bir tüketime, made tutkunluğuna «vadiler dolusu altın verseniz yine vadiler dolusu altın istemek» kaprisine kapılarak telâfi etmek isteyenleri, madde ile doyurabilecek misiniz?

İnşanın acıkması,sadece mîdenin acıkması veya bir elementler dermesinin bozulması tarzında ele alınamaz ki. İnsanın kalbi de, kafası da acıkır. İnsan ekmek kadar, sevgiye, saygıya, hürriyete,din, ahlâk ve sanata da muhtaçtır. Hele, sınırlıyı görüp, sınırsız; ölümlüyü görüp ölümsüzlüğü, esareti görüp hürriyeti, acizliği görüp mükemmelliği, mahluku görüp Halik’i özleyen, İmam-ı Gazalî’nin deyimi ile «mahluku Halik’ın anahtarı bilen» insanı, sadece «karın tokluğuna» mutlu kılacağını sanmak, gerçekten ahmaklık olur. İnsanın şuurunda beliren,sonsuzu arama tarzında ortaya çıkan <psikolojik açlığını» ve organizmayı yetersiz bulan onu aşmaya çalışan ruhi özlemlerini, insanın kendini «sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe giden bir yolcu» olarak görmesini küçümsemek,insanı tanımamaktır.

İnsanın organizmasını, maddi elementlerle tamamlayabilirsiniz, fakat insan ruhunun ve şuurunun tatmini ve mutluluğu tamamen başka bir meseledir. İnsan için birincisi önemli, ikincisi ise çok daha önemlidir. Kapitalist ve komünist dünyada ilim, sanat, din dahi, insanı fizikman doyurmak için ya bir vasıtadan, yahut, fiziki açlık etrafında dolaşan gölge değerlerden, ibarettir. Oysa, Türk – İslâm ülküsünde, yemek, içmek, uyumak, diğer fizik ve fizyolojik ihtiyaçların tatmini, insanı ilim, sanat ve din gibi yüce değerlerde daha güçlü ve verimli kılmanın vasıtalarından ibarettir. Yüce ülküler ve hedefler için fizik ve materyal güçlere ihtiyacımız vardır. Bu sebepten yüce gayeler için maddî doyum aramak, refah istemek yüce iş sayılarak dinimizce ibadet sayılmıştır. «Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz» hükmü Allah’ındır.

İNSAN, ALLAH’I BİLMEKLE YÜKÜMLÜDÜR

insanlardan gayrı varlıklar, sanki bilmekten çok bilinmek için yaratılmışlardır. Onlar. insan gibi «bilmenin çilesini» yaşamıyorlar.

İnsandan gayrı her varlık, zarfına konmuş bir mektup gibi, kendinde yazılanlardan habersiz olup muhatabının eline ulaşmayı bekliyor. Sistemimizi aydınlatan güneş bile kendisinin farkında değil, bilmenin çilesini yüklenmemiş. İlim, insan şuurunun şanlı aydınlığında yoğrulur. Bu sebepten insan şuuru, kâinatın içine asılmış, en gerçek aydınlık kaynağıdır.

İnsan, maddesi ve bedeni ile çok küçük ve önemsiz bir varlıktır. Lâkin, kâinata ve varlık âlemine bir gözlemci olarak yönelen ruh ve şuuru ile gerçekten muhteşemdir. Bu sebepten «en güzel surette yaratılmış» ve «Allah’ın yeryüzündeki kutlu vekli» olmuştur.

İnsan, kendini incelerken, objet-sujet bütünleşir diyoruz. İnsanın idrak ve şuuru da varlık tezahürlerinden birisi olmakla birlikte, diğer varlıklardan farklı olarak yalnız bilginin konusu olarak kalmamakta, bilginin şuuruna da varabilmektedir. İnsan, varlığın ve varlık tezahürlerinin idrak ve şuuruna varan, yani bizzat varlığın üzerine kapanan ve onu kritik eden bir varlık kıvılcımıdır.

Bilgi, hiç şüphesiz, varın varla temasının şuurudur. Her bilgi, varlığı ve varlık tezahürlerini ifade eder. Yok olanın bilgisi de yoktur. İdrakimiz, yok ile temas sağlayamaz, çünkü «yok yoktur» ve yok olandan bir veri (donne) gelemez. Şu halde, yokun yokluğu esastır ve «hiçlik» tanrılaştırılamaz.

Buna göre, bütün varlık tezahürleri ve varlıklar, ancak «Mutlak Varlık» ile var olabilmektedir. Mutlak Varlığın varlığı ise mutlaktır. Mutlak Varlığın yokluğu düşünülemez, çünkü muhaldir. Mutlak Varlığın inkârı, bütün varlığı varlıkta tutan sacece Mutlak Varlık olan Allah’tır.

Allah, mevcut varlıkların ve varlık tezahürlerinin idrakimizde ve şuurumuzda meydana getirdiği izlenimlerin çok, pek çok ötesinde duran ve beş duyumuzla yakalayamayacağmız Mutlak Varlık’tır. Allah, varlığımıza «Şahdamarımızdan daha yakın» olduğu halde, idrakimize sonsuzca uzaktır.

Allah’ı beş duyu ile yakalama çabası boşunadır. Putperestlik, beş duyu ile yakalanan şeyleri «tanrı» sanmaktır. Bu sebepten İslâm’da, hiçbir objektif varlık ve değer tanrılaştırılamaz. Yine İslâm’da tasavvur edilen, hayalî ve sübjektif bir «tanrı» anlayışı da kesin olarak red edilmiştir. Çünkü, Mutlak Varlık, tasavvur edebilecek bir güçte yaratılmamıştır. Beş duyumuz ve beş duyu ile sınırlandırılmış idrakimiz, ancak, zaman ve tezahürleri idrak edebilecek ve yorumlayabilecek bir biçimde yaratılmışlardır. Bu sebepten «Mutlak Varlığı» tasavvura çalışan bir idrak, kendini «gizli şirk»ten kurtaramaz. Allah, objektif bir varlık, ve sübjektif bir tasavvur değil, yokluğu yok eden Mutlak Varlık’ tır.

MUTLAK VARLIK SADECE ALLAH’TIR

Madde, hayat ve ruh, itibarî (relatif) varlıklardır, Mutlak Varlık ise sadece Allah…İtibarî ve izafî varlıklar, yokolan varlıklar demek değildir. Varlıklarını Mutlak Varlığa borçludurlar. O’nunla vardırlar, O’nunla varlıkta durmaktadırlar. İtibarî ve izafî varlıklar, ne «hiç» tirler, ne de «hep»; onlar, sıfır da olamazlar, sonsuz da olamazlar.

Hayat ve ruh konusundaki görüşlerimizi ileride açıklamak üzere, biz, şimdilik, madde ve üç boyutlu varlıklar ve tezahürlerine, neden «mutlak» gözü iie bakamadığımızı açıklamaya çalışalım.

«Mutlak» olan iki şeyden söz edilebilir: Birincisi «Mutlak Varlık», ikincisi de «mutlak yokluk». Mutlak Varlık Allah’tır, mutlak yokluk ise «yok»tur. İslâm’da Allah, benzeri ve zıddı olmayan varlıktır. İslâm, «Mutlak Varlık»ta var olma cehdini getirdiği halde, Budizm, «mutlak yoklukta» tükenme ıstırabını savundu. Oysa varlıktan hiçliğe (Nirvanaya) giden bir yol yoktur. İslâm’a göre: «Herşey Allah’tan geldi, yine Allah’a dönecektir.»

Mutlak Varlık olan Allah, sonsuz ve tükenmez varlık olduğundan üç boyuta veya üç boyutlu varlık tezahürlerine irca edilemez. Yahut madde ve tezahürleri, mutlak varlık itibar edilemez. Çünkü, üç boyutlu varlık tezahürleri sınırlı, dolayısı ile bir yerde tükenmesi gereken varlık dalgalanmalarıdır. Üç boyutlu varlık tezahürlerini istediğiniz kadar ufalayın, daima üç boyutlu kalacaklarından sıfıra (hiç’e) dönüşemezier. Yine istediğiniz kadar büyütün «sonsuzlaşamazlar». Görülüyor ki, üç boyuttan sıfıra da, sonsuza da gidilemez. O halde, üç boyutlu varlıklar ve her türlü maddî varlık, ister tek başlarına, ister toptan düşünülsünler, her durumda sınırlı varlıklardır.

Bu açıdan bakılınca, şayet kâinatımız, üç boyutlu parçacıkların ve varlık tezahürlerinin bir kompozisyonu ise, hiç şüphesiz o da sonludur ve sınırlıdır. Sınırlı varlıkları, istediğiniz kadar üstüste, yanyana getiriniz veya düşününüz, daima sınırlı kalacaklardır.Boşuna yorulmayınız, sınırlı tuğlalarla «sonsuzluk duvarını» öremezsiniz. Ayrıca, sınırlı idrakinizin sınırlarına sonsuzluk adını vermek vehminden vazgeçiniz. Kâinatımız, maddeden inşa edilmişse, mutlaka sınırlıdır. Materyalizmin bu konuda iki önemli çelişkisine işaret etmek gerekir: Birinci çelişme, sınırlı değerlerle sonsuza ulaşma çabasıdır. İkinci çelişme de, maddeyi mutlak ve temel varlık kabul ettikten sonra, aynı zamanda bunların üç boyutlu (dolayısı ile sınırlı varlık) olduklarını kabul etmeleridir. Bu durum, ister istemez onları, yoklukla çevrili varlık çelişkisine düşürecektir.

İnsan, ancak Allah’a inanmakla Mutlak Varlık şuuruna ulaşabilir; çelişkisiz «sonsuz varlık» kavramını edinebilir. Allah, mutlak varlık olarak, varlığı ile sonsuzluğu ifade ettiğinden «yokluğu imkânsız» kılmakta, «zât» ve «sıfatları» ile tükenmeyen yegâne varlık olmaktadır. Allah, sonsuz varlık olduğundan bir tanedir. Birden fazla sonsuz varlık olamaz. Çünkü, biri diğerini sınırlamış olurdu. Allah «ahad» (bir) dir. Bu, İslâm’ın vazgeçilmez, temel prensibidir.
Müslüman, beş duyu ile yakalanmayan, tasavvur edilemeyen «bir tek Allah’a» inanır ve iman, «gaybe» (gizli olana) dır. Allah, tek ve mutlak varlık olduğundan, herhangi bir yabancı etkiye maruz kalamayacağından yegâne mutlak irada sahibi olan varlıktır.

YARATIKLAR, YARADAN’ıN «MESAJLARIDIR»

Âlem, bir «Kitab-ı Ekber» (en büyük kitabı) dir. Yer ve gökler, bu kitabın sahifeleri, maddî, hayatî ve ruhî tezahürleri ile bütün varlık ve olaylar ise, bu kitaba yazılmış «mesajları» yahut Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile «âyetleri» ifade ederler. Bu büyük kitabın muhatabı da «düşünen insan»dır. Düşünen insanın rehberi de akla yol gösteren ve onu vahyin aydınlığında yürüten «Kitabullah» tır.

Madde, hayat, ruh, varlık tezahürleri olup varlıklarını Mutlak Varlık’ta bulurlar, ancak O’nunla varlıkta durabilirler. O, diledikçe vardırlar. Muhalfarz, Mutlak Varlık olmasa idi, herşey mutlak yoklukta kalacaktı, yani varlıkları muhal olacaktı. Görülüyor ki, yokluk bile ancak O’nunla «yok»tur. Allah, mutlak varlığı ile, yokluğu yokluğa mahkûm eden varlıktır. «Kur’ân-ı Kerîm’in açık hükmüne göre, «herşey O’ndan geldi, yine O’na dönecektir.»

İmam-ı Gazalî’ye göre: «Mahlûk (yaratıklar), Hâlık’ın (Yaradan’ın) anahtarıdır». Her varlık, ister madde, ister hayat, ister ruh olsun, Mutlak Varlık olan Allah’tan idrak ve şuurumuza ulaşan «âyetleri», «haberleri» ve «mesajları» ifade ederler Bunları idrâk hususunda ise insanlar, farklı gözüküyorlar. Bu idrâk, peygamberlerden «vahiy», velîlerde «ilham», mü’minlerde «basiret» ve bütün insanlarda «haberdâr» olma biçiminde derecelenmiştir.

Madde, ilâhî mesajın kâğıdı ve mürekkebi mesabesinde olup duyularımıza hitap eder. Böyle olunca, madde, Mutlak Varlıktan idrâk ve şuurumuza ulaşan veri (donne) ve uyaranların, duyu organlarımızın karakterine uyarak müşahhaslaşmasıdır. Varlık tezahürlerinin, duyu organlarımızın izafî karakteri ise ortadadır. Bu sebepten yüce peygamberimiz (O’na selâm olsun) «Rabbim bana eşyanın sırlarını aç» diye dua etmişlerdir.

Hayat, ilâhî mesajın kompozisyonu mesabesinde olup sübjektif yapımızla akraba verileri ifade eder. İdrâk ve şuurumuzun, varlık tezahürleri içinde, kendi sübjektif yapısına ve işleyişine uygun tezahürleri bulması demektir.

Ruh ise, ilâhî mesajın ihtiva ettiği mânâ olup, Mutlak Varlık olan Allah’ın emir ve irâdesinin insanla ilgisini ifade eder. Biz ruhu, materyalistler gibi, «organizmanın fonksiyonları)» olarak tarif etmeyiz. Ruh, yüce kitabımıza göre,«Rabbani emirler» cümlesindendir. Ruhun varlığı, organizmanın varlığına bağlı değildir.Ruhun sadece,organizma ile ilgisi vardır;organizmanın dağılıp yok olması ile ruh, yok olamaz. Sevgilimizden gelen «mektubun» kaybolması veya yok olması «aramızdaki ilginin» de kaybolması ve yok olması mânâsına gelemez. İlâhî mesajın kâğıdı gibi duran organizmanın çürüyüp mahvolması ile mesajın ifade ettiği ilgiyi ve mânâyı temsil eden ruh ölmez. O sevgili diledikçe vardır.

Ne madde, ne hayat, ne de ruh tanrılaştırılabilirler. Ne de O’ndan bir parça olabilirler. İmam-ı Rabbani Ahmed Faru kî Hazretleri (1561 -1624) Allah’ı «bütün varlık tezahürlerinin ötesinde» aramamız gerektiğini ifade buyurmuşlardır. Buradaki «öte» sözü zaman ve mekân içinde düşünülmemelidir. İdrâkimize gelen herşeyin, yine idrâkimizin «ötesindeki» ebedî bir hakikati koşturma şeklinde düşünülmelidir. Madde, hayat ve ruhun gerçek mahiyetleri, mutlak varlık olan Allah’ın «zât ve sıfatlarına» yaklaştıkça çözülebilir.

Allah, mutlak varlıktır. O objektif ve sübjektif hiçbir varlık tezahürü ile ifade edilemez. Sevgiliden gelen mektubun ne kendisi, ne kâğıdı, ne kompozisyonu, ne de taşıdığı mânâ «sevgiiinin kendisi»dir. Sevgili bana «şahdamarımdan daha yakın» olduğu halde, idrâkime sonsuzca uzak duruyor. Fakat, «mesajın» O’ndan geldiği muhakkaktır. İslâm’da tasavvuf,bu sırrı kurcalamaya çalışır. Mutasavvıflar «eserde müessiri gören» aşk sarhoşluğu dönemini geçtikten sonra «sevgilinin ele geçmezliği» ile geri dönerler.

BİLGİNİN KAYNAĞI ALLAH’TIR YARATIKLAR İSE, BİLGİ TAŞIYICISIDIRLAR

Daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Batı’lı filozof varlığın, mahiyeti ve bilginin kaynağı etrafında düşünürken «insan zihni» ile «eşyanın verileri» arasında yalpalamakta, amprizm ile rasyonalizm, materyalizm ile idealizm, dogmatizm ise septisizm… arasında dönüp durmaktadır. Bazan maddede, bazan ruhta karar kılmakta ve fakat bir «fasit daireden» kurtulamamaktadır.

İslâm’ın vahyin aydınlığında yıkanmış tefekkürüne göre ise, gerçek ve mutlak varlık sadece Allah’tır. Diğer varlıklar yani bütün «mahlûkat», Allah’ın sıfatlarının tecellileri olarak ve birer «ilâhî mesaj» olarak bilgi yüklüdürler.

Madde, hayat, ruh, Mutlak Varlıktan aldıkları bilgi yükünü kendi mahiyetlerine-tabir caizse kendi dillerine- göre, yansıtırlar. Bilginin tek ve mutlak kaynağı «Âlim» ismi ile muttasıf olan (sıfatlanan) Allah’tır. Madde, hayat ve ruh ise birer bilgi taşıyıcısıdır. Dünyamızı ve kâinatımızı dolduran objeler ve varlıklar, taşıdıkları bilgi yükünden habersiz birer mektup gibi, «Allah’ın emanetini yüklenmiş insanın» yüksek idrâkine ulaşıp çözülmeyi bekler gibidir. Müslüman, bütün varlık tezahürlerine bu gözle bakar.

Bilginin kaynağı konusunda, ampristler de, rasyonalistler de, materyalistler de, spiritüalistler de, idealistler de,… yanılmaktadırlar. Bilgiyi tayin eden ne madde, ne ide, ne ruh, ne de başka «itibarî varlık» lardır. Görülüyor ki, biz varlık ve bilginin mahiyeti ve kaynağı konusunda, şu veya bu felsefî ekole veya akıma bağlı değiliz.

Biz, felsefi mânâda, ne idealist, ne materyalist ne spiritüaiist, ne rasyonalist, ne de amprist olabiliriz. İslâm’ın tefekkürü, bütün bu boğuşmaların üstünde kalmakta; maddenin de, hayatın da, ruhun de, aklın da, tecrübenin de hakkını vererek, varlık tezahürlerinin bağrına yerleştirilmiş sırları, «ilâhi vahyin» muhteşem rehberliğinde çözmeye çalışan orijinal ve ilâhî bir tefekkür sistemidir.

Görebildiğimiz kadarı ile bir «kitab-ı ekber» olan kâinatın içine serpiştirilmiş bu «ilâhî mesajların» en önemli muhatabı insandır. O insan ki, bir hayvani hayatın üstüne sıçrayarak, «düşünmek» ve «ilim edinmek» ile emredilmiştir «Rabbim; bana eşyanın sırlarını aç» diyen yüce ve sevgili peygamberimize selâm olsun.

İNSANIN ZEKÂSI VE AKLI

Zekânın çeşitli tarifleri yapılmıştır. Kimine göre zekâ. canlıların intibak kaabiliyeti, kimine göre öğrenme gücü, kimine göre problem çözme ve münasebetleri kavrama hızıdır.
Bütün bunlarda, zekâyı, tanımaya yardım eden bir unsur bulmak mümkündür. Fakat, bizce zekâ, idrâkin tecrid (soyutlama), tamim (genelleme) ve ulvî olana tırmanma gücüdür.

İnsan, diğer canlılara nazaran daha zekidir, diyoruz. Bu insan idrâkinin, onlara nazaran, güçlü tecrid ve tanım kaabiliyetine sahip olduğunu kabul etmek demektir. Bizi çevreleyen canlı cansız varlıkların bağrına yerleştirilmiş «mesajlar», «objektif veriler» halinde duyu organlarımıza ulaşırlar, biz, yalnız onların idrâkinde kalmayız, onları tecrid ve tamimlerle mefhumlara (kavramlara), hükümlere ve düşünceye kadar işleyerek şuurumuzda yüceltiriz. Kısaca, varlıklardan, olaylardan taşan veriler, insan zihninde ve idrâkinde tasnif edilir, ayıklanır, mânâlandırılır ve yüceltilir. İşte zekâ bu kaabiliyetimizdir insan bu kaabiliyetle doğar. Araştırmacılar, zekâca ırsî faktörlerin rolünü, çevre şartlarına nazaran daha önemli bulmuşlardır. Hiç şüphesiz, çevrenin zekâ üzerindeki tesirleri küçümsenemez.

 

SUN’İ BİR DİN MEYDANA GETİRİLEMEZ

Din, samimiyet ister. Yalan üzerine gerçek bina edilemez
Bununla beraber, tarihte «sahte din kurucusu» iddiacılarına da rastlanmıştır. Fakat, din, iman, ihlâs, aşk ve doğruluk istediğinden «sahte peygamberlerin» ve «sun’i din kurucularının» foyası kısa zamanda meydana çıkmıştır. İmam-ı Âzam Hazretlerinin buyurdukları gibi «söz, ancak kalbden gelince kalbe tesir eder». Gerçek peygamber, tebliğ ettiği dine, herkesten önce tâ gönülden inanan, bu inancını, her ne pahasına olursa olsun yaşayan kahramandır.

«Sun’i din kurmaya kalkışanların» hikâyesini tarih kitaplarında bulabilirsiniz Biz, bu konuda çok garibimize giden bir örnek üzerinde durmak istiyoruz. 19. yüzyılın ünlü sosyoloğu ve Batılıya göre «sosyolojinin kurucusu», «pozitivizmin öncüsü» Auguste Comte, ne hazindir ki, böyle bir «sun’i din» kurucusu olmak iddiasını taşır. Bilindiği gibi Auguste Comte (1789-1857) yılları arasında yaşamıştır. Fransız’dır, tıbbiyeden kovulmalıdır. “Systeme de Plitiqne Positive» adlı kitabın yazarıdır. Ona göre, sosyal tekâmülün ilk merhalesi dinî hayattır. İnsan grupları zamanla tekâmül ederek felsefî (yahut metafizik) döneme girerler, sonra da son ve en mütekâmil merhale olarak da «pozitif» çağa gelirler. Pozitif çağda, «din ve metafiziğin» yerini artık matematik ve tabiat ilimleri alacaktır, Fakat, zamanla anlamıştır ki, «pozitif ilimler», din ve metafiziğin insan gönül ve kafasında bıraktığı boşluğu dolduramamaktadır. O zaman şöyle düşünmüştür. «İnsanlığın evriminde en önemli âmil din olmuştur. Her devirde insanları, birbirine bağlamaya hizmet etmiş, dolayısı ile topluma düzen ve denge sağlamıştır. İnsanlığı, geçirdiği bu bunalımdan, kargaşalıktan kurtarmak istersek ona bir din bulmak gerekir.»(Bakınız, Sosyoloji Tarihi, Prof. N. Şazi Kösemihal, İstanbul, 1968, Sf: 162.)

Böylece Auguste Comte, «beşeriyeti bunalımdan kurtarmak için» gerçek peygamberleri red ederek, «yeni bir din» kurmaya kalkışır. Dinin adı «insanlık Dini»dir. Tanrısı gelmiş ve gelecek insanlığın «kollektif ruhu» dur. Tapılacak «Ulu Varlık» insan ırkıdır. «Amentüsü» ise şöyledir. «İlke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme.» Hıristiyanların «teslisini» şu şekilde değiştirir: «insan Ulu Varlık, Feza Büyük Çevre, Dünya Büyük Fetiş’tir». Bu dinin koruyucu «melekleri» kadınlardır. Günde üç kerre bu melekleri «sevgi ve minnetle:, anmalıyız. Bu dinin azizleri Musa, Homere, Aristoteles, Ark-himedes, Cesar, Saint Paul, Charlemagne, Dante, Gutenberg, Shakespeare, Descartes Frederic II, Bichat’dır. Auguste Comte, takvimini, 28 günlük onüç ay olarak düzenler ve her birine yukarıda saydığımız kişilerin adını verir. Daha buna benzer bir sürü merasim ve düşünce ortaya koyar, ama bunları yaparken «eski dini» olan «Katolikliği» örnek alır.

Kısaca, Auguste Comte’un imal etmek istediği dinin esası, insanın insana tapınmasını isteyen prensip ve mersaimlerden ibarettir. Bu konuda o kadar ileri gitti ki, mahkûm ve mah pus bir tahsildarın karısı olan Clotilde de Vaux adlı metresini «insanlığın şahıslaşmış bir sembolü» sayarak tanrılaştırdı. Hiç şüphesiz, bu haliyle bir cinnet nöbeti geçiren Auguste Comte’un dinine kendisinden başkası katılmadı, kaybolup gitti. Batı’lı ilim adamları Litlre ve S. Mili, Auguste Comte’un bu durumunu «hayret edilecek ve üzülecek bir hâl» olarak ele almışlardır.

Peygamberleri tekzip gayreti ile ortaya atılan «pozitifvist» ve ««materyalist» zavallılara bu sebepten «modern putperest» diyebilirsiniz.

ARD NİYETLİ FAALİYETLER

Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, sun’i bir din kurmak mümkün değildir. Hattâ çok defa gözleneceği gibi, sun’i bir din kurma gayretinin arkasında ard niyet yakalamak mümkündür. Sun’i din gayreti çok defa, başka bir dinin maskeli faaliyeti biçiminde belirmektedir.

Biz, peygamber tebliğlerinin yozlaştırılabileceğine, istismar edilebileceğine, değiştirilebileceğine, yanlış yorumlanılabileceğine ve fakat sun’i bir din kurulamıyacağına inanırız. Zaten bugün yeryüzünü işgal eden birçok «bozuk din» maalesef çok defa bozulmuş, saptırılmış veya toplumun bâtıl itikatları ile karışmış peygamber tebliğlerini ve şaşırtılmış mukaddes inançları ifade eder. Yani, bu konuda, ard niyetli kişi ve zümrelerin rolü kadar, toplumlarda gelişmiş ve bertaraf edilememiş yanlış kanaatlerin dinin bünyesine karışması da önemli bir unsur olmuştur.

Bu tehlike bütün dinleri tehdit eder. Nitekim, bu tehditler İslâm dini hariç; bütün peygamber tebliğlerini tahrip ve tahrif de etmiştir. İslâm, Allah’ın «korunması»,, peygamberimizin ve yüce sahabî kadrosunun, «Ehl-i Sünnet vel Cemaat» imamlarının ve âlimlerinin titiz ve samimi gayretleri ile «Kitap» ve «Sünnet» olarak, hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. İslâm dünyasının yanlış yorumlar, ard niyetli gayretler neticesinde «sapık kollar» teşekkül etmekle beraber, İslâm’ın «ana caddesi» korunmuştur. Bugün yeryüzünde bozulmadan mevcut bulunan tek «vahiy kitabı» Kurân-ı Kerîm’dir.

Hazret-i Musa’nın (O’na selâm olsun) tebliği, maalesef Yahudi kavminin elinde, âlemşümul karakterini kaybetmiş, bütün insanlığı kavrayan bir davet olmaktan çıkmış, dar ve millî bir inanç sistemine dönüşmüştür. Bütün varlığın Rabbi, «İsrail’in Yahovası» olmuş, hahamlar gerçek dini ve Tevrat’ı, çıkarlarına göre değiştirmişlerdir. Yahova, «Yahudi kavminin kollektif ruhu» gibi telâkki edilerek kavmi bir mistisizm (cabalis-me) geliştirerek kendilerini «Yehova’nın çocukları» canan bir grup haline gelen Yahudiler, «hayvan mesabesinde» kabul ettikleri diğer insanların «efendisi» olmak fikr-i sabitine (lide -fix’ine) saplanmışlardır. Üstelik bu inancın siyaset sahnesine «Siyonizm» adı altında bir akım olarak doğması «Birleşmiş Milletler Teşkilâtı»nı bile harekete geçirmiş ve tehlikeye dikkat çekilmiştir.

Hazret-i İsa’nın (O’r.a selâm olsun), tebliği ise Greko-Lâtin dünyasının putperestliği ile kaynaşarak Allah, «baba»; yüce insan ve peygamberler Hazret-i İsa «oğul-tanrı» sanılmış, mukaddes bir anne tanrılaştırılmak istenmiştir. Zevs’in, Apollon’un ve Afrodit’in önünde diz çöken Homeros’un çocukları, bu inançlarını «Mukaddes İncil’in sayfalarına geçirerek onu tahrif ettiler. Samimi Hıristiyanların, bilhassa Ariyus ve Barnabas’ın gayretleri «tevhid» kurtarmaya ye’medi. Sayısız bozulmuş incil doğdu.

20. yüzyılda da, Yahudi asıllı bir sosyolog E. Durkheim ise, Auguste Comte’un telâkkilerini Yahudi itikadına yaklaştırarak «kollektif ruhu» tanrılaştırırken, âdeta insanlığa Yahudi cemaatının Yahova’sını sunuyordu. Yahudi mistizmi (cabalisme) E. Durkheim’in eliyle sosyoloji kılığında yayılmaya çalışılıyordu. İslâm dünyasında, bazı ard niyetli reformcuların, «panteizm» ve «mistisizm» paravanası arkasına gizlenerek Auguste Comte’un «potizivizmini» din diye yutturmaya çalışmakta olduklarını hayretle görüyoruz. Bunlar, ülkemizde at oynatamamalıdır.

İSLÂM’DA TASAVVUF

islâm’da tasavuf, ne Budizmin «Nirvanasına», ne Hıristiyanların «mistisizmine», ne Yahudi’nin «kabalizmine», ne Auguste Comte’un «insanlık dinine», ne de Spinoza’nın «panteizmine» benzer. Böyle bir benzerlik arayanlar, ya cahil olmalı, yahut ard niyetli…

İslâm’a göre, tek ve mutlak varlık sadece Allah’tır. Diğer varlıklar, itibarî (relatif) ve geçici hüviyette olan fâni yaratıklardır. Maddî, manevî bütün varlık tezahürleri «Kitab-ı Ekber» olan kâinatımıza serpilmiş «âyetlerden» ve «mesajlardan, ibaret olup Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının tecellileridir. Bütün,varlığın sahibi, bütün hayatî kıpırdanışlarm kaynağı O’dur, fakat, beş duyumuzla idrak ettiğimiz veya tasavvur ettiğimiz hiçbir şey O değildir. Sadece O’nunla var olan ve O’nunla varlıkta duran, O’nun eserleridir.

Eserde müessir aranır, sezilir, ancak, hiçbir eser O değildir. O, bize «şahdamarımızdan daha yakın» ve fakat «idrakimize sonsuzca uzaktır». Yaratıkları tanrılaştırmak ise küfürdür, «şirk»tir.

İmam-ı Rabbani gibi, tasavvuf büyüklerine göre, Muhyi-din-i Arabi’nin «Fübus-üt Hikem» adlı kitabında ortaya koyduğu «vahdet-i vücût» telâkkisi, tasavvufun başlangıç noktası olan «fena» mertebesindeki «velî»nin sübjektif müşahadelerinden ibarettir. Fenâfillah (Allah’ta yok olan kişi), «velayetin başlangıcındadır» ve henüz «bekâbillah» mertebesinden uzaktır, «Lâ mevcude illallah» (Allah’tan başka varlık yoktur) diyebilecek bir ruh hali içinde boğulmuştur. Fenâfillah, yaratıkları ilâh sanmamakta ve fakat Allah’tan başka varlık görememektedir. Bu konuda, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubailerinde şöyle buyururlar:

«Kul kendinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde
Tanrı birliği gerçekleşmez. Tanrı’yı birlemek demek, senin varlığının O’nunla
birleşmesi demek değildir. Yoksa, bâtıl birşey Hak olmaz. (Bakınız, Mevlâna – Rubailer – «M, N. Gençosman» Sf. 95,Rubai: 464.)

Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «vahdet-i vücût» telâkkisini, Spinoza’nın «panteizmi» (hulûliye) ile karıştırmak asla doğru değildir, İslam’ın gerçekten büyük mutasavvıfı İmam ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretlerine göre «vahdet-i vücût, (aşk sarhoşluğu demek olan) sekr’den ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından doğar». (Bakınız, İmam-ı Rabani – Mektubat – 290. mektup). Vahdet-i vücut, bir ruh hali olup tasavvufun başlangıcındaki «ve!î»de meydana çıkar ki, İmam-ı Rabbanî’ye göre buna «vahdet-i şuhût» demek daha uygun olur.

Büyük Mevlâna, «fena mertebesindeki velî’nin konuşmasını» uygun görmemiş, tehlikeli bulmuş, «hâmuş olmayı» (susmayı) tavsiye buyurmuştur. İslâm’da tasavvuf, şeriata aykırı düşmek demek değildir. Şeriat ve tasavvuf, İslâm’ın dış ve iç nizamını ifade eder, bir bütünlük halinde insanı «dıştan» ve «içten» kuşatır. İslâm, bunların aykırılığı üzerine değil, ahengi üzerine kuruludur. Tevhidin sırrı «kelime-i şehadettedir».

İSLÂM’A GÖRE «DİN» ÂLEMŞÜMULDÜR

İslâm’da din, itibari, milli, mahalli veya beynelmilel bir değer değildir. İslâm, bütün zaman ve mekânların dini olarak âlemşümuldur.
Âlemşümul (üniversel) kavramı ile beynelmilel (international) kavramını birbirine karıştırmamak gerekir. Âlemşümul, bütün zaman ve mekân için geçerli olan bir hakikati, beynelmilel ise belli bir zaman ve mekân zarfında milletlerin aralarında uymayı kararlaştırdıkları veya gerçekleştirmek istedikleri değişebilir «norm» ve müesseseleri ifade eder.

Aslında «din müessesesi», insanlık tarihinin her safhasında, kısaca bütün zaman ve mekânlarda mevcut olmuştur. Tarihin, hiçbir döneminde «lâik» bir kültür ve medeniyete rastla-nılamamıştır. Bütün toplumlar, dini aramışlar ve idraklerine göre yaşamışlardır.

Hiç şüphesiz, dini, dinin getirdiği hakikati anlamada, Allah’tan beşer idrakine ulaşan «mesajları» yorumlamada, peygamber tebliğlerini idrakte ve yaşamada fertlerin, grupların, kavimlerin farklılaştığını görüyoruz. Gerçekten de insanoğlu, âlemşümul ve mutlak gerçeği özleyip aradığı halde, kendi idrakinin sınırlarına gelip dayanmış ve itibarî bir değerle yetinmek zorunda kalmıştır. Ama, insan idrâkinin bu yetersizliği, «âlemşümul hakikati» inkâr ve ihmal etmesine yetmez. Hiç şüphesiz, mutlak varlık olarak Allah vardır, ancak insan idrâki, bu mutlak varlığı beş duyusu ile veya tasavvurlar ile yakalamaya kalkıştığı zaman «açık» veya «gizli» putperest durumuna düşmektedir.

Böylece, birçok toplumda örneğine rastladığımız gibi, bazı insanların güneşi, göçü, yıldızları, çeşitli tabiat kuvvetlerin , bitkileri, hayvanları güçlü insanları, yahut topyekün insanlığı, veyahut vehim ve hayallerini tanrılaştırıklarını görüyoruz.

«Hiç»e (Nirvana’ya) yönelen Budist,” kobra yılanı önünde> diz çöken Hindu kadın, Zeus, Apollon ve Afrodit heykelleri önünde dua eden Eski Grek, bunların sadece adlarını değiştirerek tapınan Eski Romalı, yüce bir peygamberi ve annesini yukarıdaki «üçlemeye» benzeterek, putperestlik dönemindeki «archetype» (kök – tiplerinden ayrılmayarak «bir tanrılar ailesine» tapınan Hıristiyan dünyası, kavmine «âlemlerin Rabbinden» haber veren “yüce peygamberlerin tebliğlerini, «kavm bir egoizm» ile değiştirerek, bütün varlıkların Yaradanım «İsrail’in Yahovası» durumuna getiren hahamlar, maalesef dinin âlemşümul hakikatini «örtmeye» sebep olmuşlardır. İslâm’da «küfür», hakikati örtmek ve perdelemek demektir.

İslâm’da Allah, âlemlerin sahibidir, mutlak varlık olarak vardır, özlenilen ve fakat beş duyuya ve tasavvura gelmeyen ezelî ve ebedî hakikattir. Hiçbir itibarî varlık, Mutlak Varlığı ifade ve temsil edemez.

Bununla beraber islâmiyet, kendi inanç ve esaslarından asla taviz vermeksizin insanın ferdî ve içtimaî gerçeklerine değer verir. Ferdin ve toplumun kendi inanç ve esaslarına ters düşmeyen değerlerini geliştirir. Milli ve mahallî değerleri örf ve âdetleri, kendi prensipleri içinde nizama sokar. İslâmiyet, millî varlığı ve değerleri inkâr etmez, ondaki «küfrü» ayıklar milleti yıkmadan —bilâkis güçlendirerek— müslümanlaştırır.

Türk – İslâm ülküsü, Türk Milleti’ni İslâm’la, İslâm dinini Türk Milleti ile güçlendirmek ve yüceltmek demektir.

ALLAH KATINDA «DİN» İSLÂM’DIR

İslâm dini, kendinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eder ve hepsini saygı ile anar.
Bununla beraber, Bu yüce peygamberlere ait tebliğlerin bozulduğuna ve artık işe yaramaz duruma getirildiğine inanı..

Bu sebepten, tahrif edilmiş ve hâlâ «Mukaddes Kitap» adı verilen eski dinlere ait metinlere uymamızı vaşaklar. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’in emirleri kesindir: «Hak din, Allah İndinde İslâm’dır. Kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki, Allah, hesabı çabuk görücüdür.» Kur’ân-ı Kerîm, Al-i İmran, âyet: 19).

Yahudilerin ve Hıristiyanların, kendilerine gönderilen peygamber tebliğlerini bozduklarını da Kur’ân-ı Kerîm şöyle haber verir: «Yahudiler Ureyr Allah’ın oğludur dedi(ler), Hıristiyanlar da Mesih (isa) Allah’ın oğludur dedi(ler). Bu onların ağızları ile (geveledikleri cahilce) sözlerdir ki, (bununla güya) daha evvel küfredenlerin sözlerini taküd ediyorlar…» (Et Tevbe Sûresi, âyet: 30).

«Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.» (Kur’ân-ı Kerim, Al-i İmran Sûresi, âyet: 85).

Şu halde, müslümanın temel görevi nedir? İşte, bu sorunun cevabı: «Fitne kalmayınca, din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.» (Kur’ân-ı Kerim, El-Bakara Sûresi, âyet: 193).

Bütün mesele islâm’ı doğru anlamada, doğru inanmada, peygamber tebliğlerini saptırmadan yaşamadadır. «İslâm-ı asrın ışığında değil» asrı İslâm’ın ışığında kritik edebilmektedir Yüzyılımızın karanlık ve iç paralayıcı gidişine İslâm’ın nuru ile bakabilmektedir. Asrımızın cerahatli idrâkini İslâm’ın «neşteri» ile deşebilmekîedir. Asrın çirkinliklerini dine bulaştırmaktan kaçınmaktır.

İtikat ve ibadete «bid’at» katan, İsiâmiyeti kendi dar idraklerine göre tamamlamaya kalkan beyinsizler, kendilerine ne acı verirlerse versinler, asla «İslâm’a hizmet» etmemektedirler.

Bununla, İslâm, yeniliklere kapalıdır demiyoruz. Bid’at. dinin itikat, ibadet ve esaslarına taallûk eden konulorda, dinde olmayan şeyleri dine katmak demektir. Yoksa, dinin itikat, ibodet ve esaslarına taallûk etmeyen yeniliklere bid’at denmez.

«İlim İslam’ın kaybolmuş malıdır, nerde bulursa almalıdır» diye buyuran yüce Peygamberimiz (O’na selâm olsun) ilmî gelişmeyi emreder. Ancak, kimsenin dini, değiştirmeye, kendi dar idrâkine göre yorumlamaya, saptırmaya hakkı yoktur.
Din, Allah’ındır ve Resûlullah’ın tebliğlerinden ibarettir. Ashab-ı Kiram ve onların izinde yürüyen «Ehl-i Sünnet vel Cemaat» âlimlerinin ve imamlarının hassas, titiz ve samimi gayretleri ile islâm bugüne gelmiştir. Onu bozmaya bundan sonra da kimsenin gücü yetmeyecektir.

İSLÂMİYET, HERHANGİ BİR KAVMİN DİNİ DEĞİLDİR

Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabı, herhangi bir kavim, zümre ve sınıf değildir. O, bütün âlemlere ve bütün insanlara hitap eder.

Yüce Kitabımız’da sıksık« Ya! Ben-i Âdeme.» (Ey! Adem-oğulları) ve «Ya! Eyyühennasü» (Ey! İnsanlar) hitabına rastlarız.

Kur’ân-ı Kerîm’in «Kalem sûresinin 52. âyetinde belirtildiğine göre: «O, (yani Yüce Kitabımız) ancak âlemlere zikr (ve nasihat) dir», yine yüce Peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» (Kur’ân-ı Kerim, El-Enbiya Sûresi, âyet: 107).

Bizzat, yüce Peygamberimiz, bu hususu birçok hadîsleri ile teyid etmiş bulunuyorlar. Meşhur bir hadîslerinde «ben, siyahlarla kırmızılara ba’solundum» diye buyururlar. Kur’ân-ı Kerîm’in El-Â’raf Sûresinin 158. âyetinde de Peygamberimize hitaben şöyle buyuruiur: «De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize (gönderilen) Allah elçisiyim.» İmam-ı Birgivî (milâdî 1523 -1573), «Peygamber, şu insandır ki, onu Hak Taâlâ, sair halka gönderir, ona vahiy ettiği ahkâmı halka tebliğ için, o halk (tümü ile) o peygamberlerin ümmeti olur. Onlardan imana gelenlere ümmet-i icabet denir gelmiyenlere ümmet-i davet denir» diye yazar. (Bakınız, Şerh-i Vasiyyet-e! Muhammediye, sayfa: 50, Kostantiniyye (İstanbul) 1241 baskısı). İmam-ı Birgivî Hazretlerinîn bu açıklamasından sonra şöyle diyebiliriz: Şan’lı peygamberimiz Hazrt-i Muhammed (O’na selâm olsun) son peygamberdir, dolayısı ile dünya var oldukça, mevcut olan ve olacak bütün insaniar O’nun«ümmeti»dir. O geldikten sonra O”na inanan müslümanlara «ümmet-i icabet», O’hun dâvetine icabet etmeyenlere de «ümmet-i davet» adı verilir. Bu sebepten, yüce peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O bütün varlıkların, ırkların peygamberidir.

Peygamberimiz, bir insan olarak, bir anadan ve babadan doğacaktı ve yine aynı zaruretlerle bir «kavmin» içinde bulunacaktı. Ancak, O’nu, herhangi bir kavmin, ırkın, ailenin ve zümrenin dar kalıpları ve sınırları içinde hapsetmeye çalışmak, yüce dinimizle ve mukaddes kitabımızla çatışmaya düşmek olur. İslâmiyete «Arab’ın dini», yüce kurtarıcımıza «Arab peygamberi» diyenlere müslüman denemez. Peygamberimiz ve O’nun yüce kadrosu olan «Sahabî»ler, zaman-mekân üstü, âlemşümul ve mukaddes varlıklar olarak kabul edileceklerdir Yüce peygamberimiz ve aziz kadrosu etrafında ırk ve kavmiyet münakaşası yapılmaz. O ve kadrosu getirdikleri ve savundukları «âlemşümul hakikat» dolayısı ile sevilecek ve istisnasız saygı göreceklerdir.

Şurası da asla unutulmamalıdır ki, İslâmiyet, herhangi bir kavmin ve ırkın tekelinde olmadığı gibi, herhangi bir sınıf, zümre, aile ve partinin de tekelinde değildir. İnanan herkes bu dindendir, hiç kimse bir «mümini» dininden çıkaramaz. Mümin, inandığı sürece müslümandır.

İSLÂM’DA RUHBANLIK YOKTUR

islâm dininde bir «ruhban» veya «din adamı» sınıfı yoktur.

Esasen, hiçbir peygamber, dinin emirlerini sadece «bir zümreye» münhasır olmak üzere tebliğ etmemiştir. Din, âlemşümul bir davettir ve herkes Allah’a muhtaçtır. Din, asla bir «meslek» değildir, bütün insanları bağrına basmak ister.

Hıristiyanlık ve benzeri «dinlere» ruhbanlık müessesesi sonradan girmiştir. Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de, din, istemediği halde «kendilerinin (yeni bir âdet olmak üzere) ruhbanlığı ihdas ettikleri» ve din istismarcılığı yaptıkları için Hıristiyanlar ikaz edilir. (Bakınız, Kur’ân-ı Kerîm, El-Hadid Sûresi, âyet: 27).

Yine mukaddes ve yüce Kitabımız, Yahudi hahamlarının ve Hıristiyan papazlarının insanları sömürtmek için gerçek din yolunu tıkayarak «altın ve gümüşe» düşkünlük göstermeleri sebebi ile şiddetle ikaz eder: «Ey iman edenler! Şu muhakkak ki, (Yahudi) bilginlerin ve (Hıristiyan) rahiplerin birçoğu, bâtıl sebeplerle insanların mallarını yerler, (insanları) Allah’ın yolundan menederler. Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu), işte bunları pek açıklı bir azâb ile muştula», (Kur’ân-ı Kerîm, Et-Tevbe Sûresi, âyet: 34).

İslâmiyet’te ruhbanlık yoktur. Ancak, dini dosdoğru anlayan, anlatan, yaşayan ve yaşatan «âlimler» vardır. Peygamberimiz, bunları kendi «vârisleri» kabul eder. Bu sebepten İslâm dünyasında «mektepler» ve «medreseler», «din adamı» ve «ruh ban» yetiştirmez,” «din âlimleri» ve «mümin kadrolar» hazırlamaya çalışır. Bu kadrolar, «Kitab, Sünnet, îcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha» ile teçhiz edilmiş ve tasavvuf yolunun büyüklerini ve esprisini gönlünde taşıyan birer «alperen» durumunda olmalıdır. Dinin farzları, helâl ve haramları öğrenmek kadın, erkek bütün (âkil ve baliğ olan) müslümanlara farzdır.

İslâmiyet, Allah ve Resûlü’nün dinidir. İnanan herkese açıktır. Her renkten, her milletten, her sınıf ve zümreden bir insan, hiç kimseden müsaade almaksızın ve bir merasime tabi olmaksızın bu dine girer. Hiç kimse, bir müslümanı dininden «aforoz» edemez. İslâmiyet ne bir meslek, ne de bir partidir, O, bütün müminlere —şartları içinde— aynı sorumlulukları yükleyen Allah ve Resûlü’nün yoludur.

Hiç kimse dini kendi «inhisarına» alamadığı gibi, hiç kimse «Yüce Allah’ın tamamladığı» dinimizi kendi menfaatleri istikametinde tevil ve tefsir edemez. Hele, yüce dinimizi, «asrın idrâkını» bahane ederek saptırmaya kalkışamaz. Kimse, islâmiyeti ve Kur’ân-ı Kerîm’i «kurtarma» dâvasına kalkışmasın.

Bütün mesele islâm’ın kurtarma değil, İslâm’la «kurtulma» davasıdır, islâm’da «cihad», kendini, ailesini, milletini ve insanlığı İslâm’la kurtarmak meselesidir. İslâm’ı doğru öğrenmek, anlamak ve yaymak savaşıdır. Unutmayınız, islâm Allah’ın «muhafazamdadır» ve kıyamete dek yaşayacaktır. Bu konuda yüce ve mukaddes kitabımızda şöyle buyurulur: «Kur’ân-ı biz indirdik biz. O’nun koruyucuları da şüphesiz ki, biziz». (Kur’ân-ı Kerîm, El-Hicr Sûresi, âyet: 9).

İSLÂMİYETİ DOĞRU ÖĞRENMENİN YOLU

Dinimizin dört temel kaynağı vardır. Bunlara «edille-i şer’iyye» de denir. Bunlar: Kitap, Sünnet, İcma’ ve Kıyas’tır.

Kitap, yüce Allah’ın Vahiy yolu ile şanlı Peygamberimize (O’na selâm olsun) gönderilen, hak ile bâtılı biribirinden ayıran Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Sünnet: Sevgili Peygamberimizin sahih hadisleri ve örnek yaşayışlarıdır.

İcma’ ümmetin çoğunun, Kitap ve Sünnet’e aykırı olmayan bir iş ve hükümde birleşmeleridir. Yüce Peygamberimiz «Ümmetim, sapıklık üzerinde birleşmez» diye buyurmuşlardır.

Kıyas, «müctehidlerin», yukarıda saydığımız kaynaklardan herkesin kolayca anlıyamadığı mânâları bulup çıkarmalarıdır. Dinimizin «fer’i meseleleri» etrafında, yalnız müctehid-lerce «içtihada» baş vurulması, peygamberimizce emredilmiştir. İçtihad, asla Kitap, Sünnet? ve icma’a aykırı olamaz, onlarla çelişemez. Aksine, bunlarda mevcut benzeri hükümlere dayanmalıdır. Bu sebepten «kıyas-ı fukaha»”adı da verilir.

«Tarik-ün Necat» adlı kitabın yazan H. Muhammed Serhendî’ye göre, yukarıda sayılan kaynaklar karşısında, müslümanlar, dört mertebe içinde yer alırlar:

1. mertebe yüce Peygamberimizin mertebesidir. Dinimizin en yüce ve şerefli merkezi O’dur. Kitap O’na indirilmiştir. O, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün sırlarına vakıf tek kişidir. Peygamberimiz, «doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerimden ilham alan ve başka bir kaynağa ihtiyacı olmayan tek insandır» ve O’ndan gayrisi bu iddiaya kalkışırsa küstahlık etmiş olur. Hiç kimse. yüce Kitabımızı, Peygamberimizin tebliğleri dışında tefsir ve tevil edemez.

2. mertebe, Ashab-ı Kiram’ın mertebesidir. Onlar yüce Peygamberimizin sohbetiyle bereketlenmiş yüce bir kadrodur. Onlara Kitap ve Sünnet kâfi geldi. Yüce Peygamberimiz, hazır bulundukça, onlar asla başka bir kaynağa baş vurmadılar.

3. mertebe, Tabiînin mertebesidir. Tabiinin, Peygamberimizi göremeyip O’nu görenleri (yani Ashab’ı) görenlerdir. Bunlar, ashab’dan Kitap ve Sünnet’i öğrenmekle kalmadılar, onların icma’ına da şahit oldular ve onlara uydular. Peygamberimizin «Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz» hadîsine uyarak yaşadılar. Üçüncü nesil olan <te-be-i tabiin» de onların izlerinden gittiler. Yani onlar için üç kaynak vardı: Kitap, Sünnet ve İcma-ı Ümmet. Bunlara «Selef-i Sâlihin» adı verilir.

4. mertebe, yukarıda saydıklarımızdan sonra gelen müslümanların mertebesidir. Nur kaynağından uzaklaştıkça müslümanların işi güçleşiyordu. Yüce Allah, dinini, büyük âlimler eliyle korudu ve müslümanların işini kolaylaştırdı. Hicretin birinci ve ikinci asrında büyük müctehidler yetişti. Aralarından Imam-ı Âzam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Hanbel gibi «mutlak müctehidler» çıktı. Ümmetin büyük çoğunluğu, onların «mezhep»lerini kabul ettiler, işleri kolaylaştı ve sapıklığa düşmediler.

Bu «mezhep’ imamlarının» Kitaba, Sünnete, İcma’a uygun olarak ortaya koydukları «ictihadlarından» Ehl-i Sünnet Vel Cemaat» adı verilen «ana cadde» açıldı. Selçuklu ve Osmanlı âlimleri bunların izlerinde yürüyerek tertemiz bir dinî hayat yaşadılar ve Türk milletine yaşattılar. Bunun tabiî bir neticesi olarak da Türkler, tam dört yüzyıl «Yüce Peygamberimizin Halifesi olmakla» şereflendiler. Dinde sapık akımların ve yolların doğmasını engellediler.

İKİ KAVRAM

İslâm’ın iki mukaddes kavramı… «Şeriat» ve «Tasavvuf…»

Bu kavramlar üzerinde, yalan yanlış bir sürü yorum yapılmış, insanlarımız aldatılmak istenmiştir. O halde, şeriat ve tasavvuf ne demektir? Kısaca açıklayalım.

Şeriat «edille-i şer’iyye» (Kitap, Sünnet, İcma’ ve Kıyas) ile ortaya konan, müslümanların yapması ve yapmaması gereken işleri bildiren «islâm nizamı»dır. İslâm dininde «akaid» (temel inançlar) ve «ilm-i fıkıh» (müsiümanların yaşayışlarını tanzim eden ilim) adı altında ele alınan her mesele, «şeriat» kavramı içindedir. Kısaca, şeriat, bir müslümanın inançlarını, ibadetlerini, yaşayışını ve «eylemlerini» murakabe eden sistemdir.
Ahmet Cevdet ve arkadaşlarının bir şaheser olarak «tedvin ettikleri» Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adlı kitabın (Hicrî 1303 tarihli baskısının) 21. sahife ve 1.maddesine göre, «Fıkıh İlmi» şöyle tarif edilir: (Sadeleştirerek veriyoruz.)

«Fıkıh ilmi ise, şeriat ilminin meselelerini bilmektir. Fıkha ait meseleler, ya ahireti ilgilendiren emirler durumunda olup ibadet hükümleridir; yahut dünyayı ilgilendiren evlenme – boşanma (münakâhat). insanlar arasındaki her türlü İlişki (muamelat) ile suçlar ve cezalar (ukûbat) gibi bölümlere ayrılır.»
İslâmiyet’te îman, ilmi, amel ve ihlâsı gerektirir. İlim, İslâmiyet! dosdoğru bilmeyi; amel inançlarını yaşamayı; ihlâs ise samimî bir aşk ve vecd adamı olmayı, her türlü gösteriş ve riyadan uzak olarak dini heyecan duymayı ifade eder.

Tasavvuf ise, «şeriatın sınırları» içinde kalmak şartı ile yine samimî bir aşk, vecd ve heyecan ile «dinin özüne», esrarına ve zevkine «kemâl-i edeb» ile ulaşma gayretini ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de «mukarrabîn» (Allah’a yakın olanlar) olarak övülen ve «Allah’ın velî kulları» olmakla sıfatlanan kişiler, işte dinimizde böylece yücelen kimselerdir. Böyleleri Kur’ân-ı Kerîm’de «Haberiniz olsun Allah’ın veli (kul)ları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun olacak değillerdir» diye sevgi ve müjde ile anılmaktadırlar. (Bakınız, Yûnus Sûresi: Âyet: 62).

Görülüyor ki, şeriat ve tasavvuf, islâm dininin, bir mü’mini, dıştan kuşatması ve içten fethetmesidir. Şeriat ile disipline olan müslüman, tasavvuf ile vicdanileşir. Bunlar zıt şeyler değildir. Birbirini tamamlıyan «şekil» ve «muhteva»dan ibarettir. Bu sebepten müslümanların «şeriatçı» ve «tarikatçı» adı altında bölünmesine çalışanlar, gaflet içinde değillerse ihanet halindedirler.

islâmiyeti, sadece, bir dış disiplin zanneden aşksız, vecd-siz ve heyecansız ham ve kaba yobaz da, şeriatı inkâr eden, başıboş ve sefil «sahte sofî»ler de İslâmiyeti temsil edemezler. Tarihimizde birincisi «yobazlık»la, ikincisi «zındıklık» ile suçlanmıştır.

Din eğitim ve öğretiminde,islâmiyet’in bu«dış»ve«iç» disiplinine gerekli önem verilmelidir… Akaid ve Fıkıh kadar Tasavvufa yabancı kalınmamalıdır. Türk ve İslâm dünyasında yetişen gerçek ve yüce«mutasavvıflar»onların fert ve cemiyet terbiyesindeki değerleri kavranmalıdır. Ülkede gerçek, ciddî ve resmî bir «din eğitimi» yaygınlaştırılmalı ve planlanmalıdır. Bu yapılmazsa, iç ve dış düşmanlar harekete geçer, tertemiz dinî hayat perişan edilmekle kalmaz, devlet de. cemiyet de, ferd de büyük zararlara maruz kalır.Böyle bir işi de ancak Türk – islâm Ülkücüleri gerçekleştireceklerdir.

İSLÂMİYET «TEVHİD» DİNİDİR

Bütün peygamberler, değişmez bir inanç sistemi olarak İslâmiyeti, yani onun özü olan «kelime-i tevhidi» -(Allah’tan başka ilâh yoktur) prensibini-tebliğ etmiş ve savunmuşlardır. Ancak, bu peygamberlere ait, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatı biçimlendiren «din ölçüleri» demek olan «şeriatlar», zaman ve mekân ihtiyaçlarına göre farklı olmuştur. Bu, bir tarih tesbitidir.

İslâmiyette «kelime-i tevhid», objektif ve sübjektif hiçbr varlık ve tasavvurU «tanrı» edinmemek üzere, insanın kafasını, gönlünü ve vicdanını mutlak varlık olan Allah’a döndürmek demektir, insanın kafasına, gönlüne, vicdanına ve hayatına tasallut eden (baskı kuran) bütün sahte tanrıları, mabutları ve «putları» yıkmak va insana «hürriyet» getirmektir. Daha önceden de belirttiğimiz üzere, İslâmiyet’te hürriyet, Allah’tan başka ilâh kabul etmemek demektir.

İmam-ı Rabbani Hazretleri «Mektubat»ında buyurur ki, «Allah’a giderken, hiçbir konakta durmamak, hiçbir tezahürü O sanmamak, açık ve gizli şirkten (Allah’tan başka şeyleri tanrı sanmaktan) korunmak, Allah’ı bütün tezahürlerin ve tasavvurların ötesinde aramak, her türlü yaratığı tanrı edinmekten sakınmak gerekir.»
O halde müslüman kimdir? O, sahte tanrıları ve tasavvurları, dışındaki ve içindeki makam ve mevkilerinden indirerek sadece mutlak varlık olan Allah’a doğru vicdanında ve gönlünde yol alan kimsedir. Bu sebepten İslâmiyet, insanı sahte tanrılara tapındıran bütün bozuk «din» ve «ideolojilere düşmandır. Hiç şüphesiz, bütün bozuk «din» ve «ideolojiler de İslâmiyet’e düşmandır İslâmiyet’te «cihad»ın esprisi şudur: İnsan «kula kul eden» bütün yol ve ideolojiler bâtıldır, dolayısı ile yıkılmalıdır, ferdi de, toplumu da tanrılaştıran sistemlere lanet olsun.
İslâmiyet, yalnız, mutlak varlık olan Allah’a ibadeti emrettiğinden, İslâm’da «mihrap» boş bir mekândır. İslâm’ın mabedinde ve mihrabında bir obje, bir tasavvur ve sembol yoktur. Kâbe-i Muazzama ise, bütün dünya ve kâinat mabedinin «suretlerden» ve sembollerden arındırılmış yüce «mihrabı» mesabesindedir. O, Kabe ki, her türlü sahte tanrıdan sembolden va tasvirden bizzat, büyük kurtarıcı ve şanlı peygamberimiz Hazret-i Muhammed (O’na selâm olsun) tarafından temizlenmiştir.
İnsan, Allah’tan gayrisi karşısında «rükû’ ve sacde edemez» diz çöküp el açamaz ve hiçbir insan buna zorlanamaz. İşte İslâmiyet’te «namaz», bu ölçü ve prensibi fiilen yaşamakır. Günde beş defa, vakti gelince, fert ve cemaat olarak, temiz olan her mekânda, madde âleminin«mihrabı» olan Kâbe-i Muazzama’ya yönelerek ve gönülleri bir noktada birleştirerek maddeten ve manen temizlenerek, bütün sahte mabutları silip süpürmek için mutlak varlık olan Allah’a sığınmak O’ndan gayrisi önünde hiçbir suretle eğilmemeye ve secde etmemeye söz vermek demektir. Bu sebepten yüce ve şanlı peygamberimiz «namaz dinin direğidir» diye buyurmuşlardır. Diğer ibadetler ve farzlar, hep bu mânâ etrafında toplanırlar.
Mutlak varlık olan Allah’a «teslim» olmayan kafa ve gönüller ise, ya «mutlak yokluğu» tanrılaştırır, yahut maddeyi «mabut» edinir ve mutlak varlık sanır. Oysa müslüman için. yokluk ve hiçlik yoktur ve madde, müslümanın mabudu değil ancak ve sadece mabedi ve seccadesidir Biz. maddeye, mâbut olma değil, mabet olma şerefi tanırız.

PEYGAMBERİ SEVMEK
Psikologlar, sevmeyi «yakınlık duygusu» olarak tarif ederler. Ayrıca psikolojide, «kontokt-sempati doğurur» diye bir kanun vardır. Gerçekten de insanlar, maddî ve manevî münasebetler ve temaslar kurabildikleri varlıklara sevgi ve ilgi duyarlar. Bunun tabiî bir neticesi olarak insanlar, daima sevdiklerine yakın ve onlarla beraber olmak isterler. Sevenler, birbirlerinden ayrı yaşamak istemezler. Bu gerçeği, yüce ve şanlı Peygamberimiz (O’na selâm olsun): «Kişi sevdiği ile beraberdir» hikmeti ile formüle etmişlerdir. Bu, dünyada da böyledir. Ötede de böyle olacaktır.
Türk – İslâm kültür ve medeniyetinde «Peygamber sevgisine çok büyük önem verilirdi ve verilmelidir. Bunun için çocuklarımıza, en küçük yaştan itibaren, her fırsatta, bu yüce sevgiyi vermeliyiz. Onlara, bunu kazandırmak için, O’nun şanlı hayat hikâyesini, ulvî yaşayışını, mucize ve menkıbelerini, çocuk dil ve idrakine yaklaşarak tatlı ve sürükleyici bir üslûp ile sunmalıyız. Onların, saf ve temiz gönüllerinde «Resuller Resulüne» hayranlık gencecik yüreklerinden ulvî bir heyecan uyandırmalıyız. O’nun «güzel adı»nı„ «has adı»nı işittikleri an, ürpererek «selâm ve salât» ile coşmalarını temin etmeliyiz.
Şüphe ve tereddüdün kaynağı «sevgisizlik, aşksızlık» tır. Aksine, imanın ve İhlasın kaynağı sevgi ve aşktır. Sevmediğimiz insanların sözlerini, davranışlarını, düşüncelerini şüphe ile karşılarız. Oysa, sevdiklerimize karşı kafamızı, gönlümüzü ve kapımızı ne kadar rahat ve kolay açarız. İnsanlar arasındaki «sevgi bağı» nı koparırsanız, aralarına şüphe, tereddüt, hatta düşmanlık tohumları ekmiş olursunuz. Bunun gibi, Peygamber sevgisi azaldığı veya yıkıldığı zaman, cemiyette din duyguları zayıflar, imanın yerini şüphe, kardeşliğin yerini kin ve düşmanlık alır. Bu sebepten olacak, yüce Peygamberimiz «beni, kendinizden daha fazla sevmedikçe tam ve kâmil mânâda iman etmiş olamazsınız» diye buyurmuşlardır.
Sevgi sadece, yaşayanları birbirine bağlamaz, onun geçmişe uzanan kökleri, geleceğe dal budak salan kolları vardır. Aynı sevgide toplanan insanlar, birbirlerini de sevmiş olurlar Yüce Sahabî Kadrosu, «Peygamber sevgisinde» o derece fâni olmuşlardı ki, tek bir gönül haline gelmişlerdi. Sahabî herseyden önce «gönüldaş» olmuştu. Bu aşk ve sevgi ile kaynaşmışlardı, dünya ve ahiret kardeşi olmuşlardı. Bu sevgi ile güçlenmiş, kenetlenmiş, bütün «sahte mabutları» kırmış, eşi ve benzeri bulunmayan bir tek Allah’ın huzurunda omuz omuza durmuşlardı. Oysa, bu sevgide buluşmazdan önce halleri yamandı. Bu sebepten yüce ve şanlı Peygamberimiz: «Beni seven Allah’ı da sever» diye buyurmuşlardır. Kişi, sevdiğinin sevdiğini de sever. Büyük kurtarıcımız, herseyden önce Allah’ı sever ve O’nun sevgisinde en büyük mutluluğu bulurdu. Biz, Allah’ı tanımayı ve sevmeyi de ondan öğrendik. O’nun sevgisi olmasa idi, bizler Allah’a giden yolu nasıl bulacaktık? Peygamberimiz. Allah ile insan arasında muhteşem bir «sevgi bağı» olmuştur, O hem Allah’ın, hem de insanların ortak sevgilisidir; O hem «habibullah», hem de «Resulullah» tır.
Bizim imanımıza göre, Peygamber sevgisini kaybeden kişi, Allah’a olan sevgisini de, inananlara olan sevgisini de, Peygamber dostları olan «sahabiye» olan sevgisini de kaybeder. Bu sebepten Ehl-i Sünnet büyükleri, Peygamber sevgisini, talim ve terbiyelerine esas olarak almışlardır. Bugün, İslâm dünyasında karşılaştığımız buhranda ve dağınıklıkta, bu sevgiden mahrum kalmanın payı pek büyüktür. Bu sevgiye doymamış aç gönüller, kendilerini «sahte kurtarıcıların kin ve öfkesinde kaybetmiş bulunuyorlar.

RESUL-Ü EKREM’E HASRET
Kavurucu bir yaz mevsiminin ramazanında, susuzluktan dudakları kurumuş bir müminin iftar saatini bekleyişinden, hayır hayır derin yaralarından kan sızarak şehadet şerbetini içmeye yaklaşan bir mücahidin bir yudum serin suya iştiyakından daha fazla bir hasret içindeyiz.
İnsan kâinatın hülâsası, sen ise bu hülâsanın ruhusun Sen yaratılmasa idin, âlem yaratılmaya değmezdi. Bütün yüce değerlerin mihengi sensin. Allah seni varlığın ve değerlerin merkezi olarak yarattı. Varlık seninle mânâlandı.
Bu «dünya» seninle şereflendi. Şimdi, o, senin mübarek toprağını bağrında taşıdığı için. fezada şevkle dolaşmaktadır. Yaratıkların en aşağısı olan toprak, bile, seninle nurdan daha aziz oldu. Senin dolaştığın Mekke toprakları, «Sûr üfürüldüğü zaman» tozlarını silkip kalkacağın Medine toprakları, üzerinde ve sinelerinde seni taşımakta «mükerrem» ve «münevver» oldular.
Sen dünyamıza doğmadan önce, kızgın kumlara diri diri gömülen genç kızların çığlıkları, vicdanları yakmıyordu. Burnu halkalı ve alnı damgalı köleler ümitsizdi. Kadınlar kocalarına, kocaları da Lat’a, Uzza’ya, Hübel’e secde ediyorlardı. Fuhuş, kumar, faiz, ihtikâr, kan ve zulüm o dereceye varmıştı ki, zayıflar evlerine, «ehl-i kitap» dağ başlarına ve ıssız vadilere sığınmışlardı. Zâlimler ve şerefsizler, bütün makam ve mevkileri işgal etmiş ve şerefli insanlar yerlerde sürünüyorlardı.
Sen geldin, çığlıklar bitti, göz yaşları dindi, köleler hür oldu, kadınlar yüceldi, erkekler «sahte tanrıları» kırdılar, iffet, helâl kazanç ve kardeşlik yeniden doğdu. Hak, adalet şefkat «devlet» oldu. Mazlumlar, mağdurlar kuvvetlendiler. Zalimler, gaddarlar, alçaldılar. kahroldular. Garipler, sahipsizler, kimsesizler sende ve senin aziz kadronda sevgi, yakınlık ve kardeşlik buldular. Güçsüzler senin meclisinde güçlendiler, kendilerinde güç vehmedenler, «Hakkın karşısında» el bağladılar. Mazlumlar senin şefkat ve merhametinde huzur ve tevazu buldular, zalimler senin heybetinle titrediler. Tebessümün, kimsesizlere cesaret verirken, mübarek alnında kabaran damarların zâlimlerin ödünü koparıyordu.
Sen, irtihalimden sonra «bana selâm gönderin, onu bana ulaştırırlar»diye buyurmuştun. Sana «yağmur taneleri sayısınca», «ağaçlardaki yapraklar miktarınca, denizlerdeki ve okyanuslardaki su damlaları kadar» selâm sunuyoruz, bizim sevgili kurtarıcımız. Sana ne kadar muhtaç olduğumuzu biliyorsun. Sen «âlemlere rahmet olarak» gönderilensin, bizi terketme. «İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi kahreder misin? diyerek Allah’a yönelmeyi bize sen öğretmedin mi? Bu mübarek ramazan gündüzlerinde ve gecelerinde Allah’a el açarak göz yaşları ile yalvaran müminlere, ötede olduğu gibi burada de şefaatçi ol «İçimizdeki beyinsizler yüzünden» Allah’ın bizleri de zelil ve rüsvay etmesini, kahr ve perişan etmesini istemiyoruz. Biz de Şâir Nizami ile birlikte şöyle sesleniyoruz:

«Ey Medine’nin gömleğini, Mekke’nin
peçesini taşıyan güzel,

Güneş daha ne kadar gölgede kalacak?
Ay isen bize ışığından bir huzme gönder.
Gül isen bize bağından bir koku getir.
Yolunu bekleyenlerin canları dudaklarına geldi,
feryat elinden.
Ey feryatlara yetişen sevgili, atını başka diyorlara
da sür
………………..
Bu şeytanların üzerine ya bir «Ömer» gönder,
Yahut, bu savaş meydanına bir «Ali» yolla
……………….
Bizden ayrılığın yetişir, ulu günler yaklaştı,
meclise koş.»

YÜCE SAHABİ KADROSU
Şanlı Peygamberimizi (O’na selâm olsun), hayatta iken ve peygamberlik vazifesini yaparken gören veya konuşan büyük küçük her mümine, bu imanını ölünceye kadar korumak şartı ile «sahabi» denir. Kâfir iken peygamberi görüp peygamberimizin vefatından sonra müslüman olanlar bile «mürted olan» (dinden dönen) kimselere «sahabi» denemez. (Bkz. Ahmed Faruki Serhendı – Ashab-ı Kiram – 1977, sf: 7).
Ashab (yani sahabiler), «Muhacir» ve «Ensar» olmak üzere iki bölüm halinde mütalâa edilir. Muhacirler, putperestlerin zulmüne uğrayarak evlerini ve memleketlerini terkederek Medineye göç eden, Ensar ise bunları bağırlarına basan Medine’li sahabilerdir. Kur’ân-ı Kerim’de, Mekke’li ve Medine’li bütün sahabi istisnasız methedilmişlerdir. Bu sahabi kadrosu istisnasız müminlerin en üstünleridirler. Allah’ın razı olduğu ve Cennet vaad edilen yüce kişilerdir. Bu sebepten hiçbir müslüman şu veya bu sebeple bu yüce kişiler etrafında «dedikodu» yapmaz, yahut bu konuda yapılan hâince dedikodulara «kulak vermez». Biz, Peygamberimizi ve peygamberimizin yüce kadrosu olan bütün sahabiyi, istisnasız olarak severiz ve onlarla ilgili çirkin sözleri ve dedikoduları iğrenç buluruz Bakınız, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm Muhacir ve Ensar, bütün sahabi için ne buyuruyor: «(İslâm’da) birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar (yok mu?) Allah, onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. (Allah) bunlar için —kendileri, içinde ebedi kalıcı olmak üzere— altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu ne büyük saadettir.» (Bkz. H. B. Çantay -Kur’ân-ı Hakîm ve Meal-i Kerim Cilt: 1, sf: 295 – âyet: 100— Et-Tevbe sûresi.)
Görülüyor ki, yüce Allah, istisnasız, bütün sahabiyi (Muhaciri, Ensari ve onlara tabi olanları) üstün buluyor ve onlardan razî olduğunu açıklıyor ve onları en güzel şekilde mükafatlandıracağını vaad buyuruyor. Bu durum karşısında hiç bir «mü-min», şu veya bu sahabi etrafında «dedikodu» yapamaz, ard niyetli iftiralara «kulak veremez» onları çirkin sıfatlarla anamaz. Allah ve Resûlü’nün sevdiği ve hatalarını affettiği, her türlü günahtan Allah’ın merhameti, mağfireti ile arınmış bu yüce kişilere «dil uzatmak» çok çirkindir. İmanı tehlikeye sokar. Bu sebepten yüce ve şanlı peygamberimiz: «Ashabıma dil uzatmakta Allahü Taâlâdan korkunuz!.. Onları sevenler, beni sevdikleri için severler» diye buyurmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerim’in açık hükmü ile sahabî, İslâm’da daima «Birinci dereceyi kazanmış»tır. Sahabî olmayan hiçbir büyük hiçbir velî onların «mertebeleri» ile mukayese edilemez. Onlar peygamberler hariç,insanların en üstünüdürler. Bu sebep ten sevgili peygamberimiz: «Ashabımın her biri, gökteki yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız, Allah-ü Taâlâ’nın sevgisine kavuşursunuz,» diye buyururlar. O halde onlardan herhangi birine düşmanlık eden ne tehlikeli yola girmiş demektir. Hiç şüphesiz, «Ashabın»da kendi arasında dereceleri vardır. Bunlar üstünlük sırasına göre Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali «Radıyallah-ü anhüm» hazretleridir. Bunlardan ilk ikisi «peygamberimizin kayınpederleri» son ikisi de «damatları»dir. Bunlardan başka altı sahabî de daha hayatta iken peygamberimiz tarafından isimleri açıklanarak Cennet ile müjdelenmişlerdir. Böylece Cennet ile müjdelenen «on kiş» (aşare-i mübeşere) Ashabın en üstünleri sayılmışlardır. Çocukken bu yüce kişilerin isimlerini şu beyit içinde bize ezberletirlerdi: «En evvelâ Ubeyde, sonra Cihar-ı Yaran, Sald ü Sa’d ü Talha, Zübeyr ü Abdürrahman:» Allah, hepsinden razı olsun ve gönlümüzü bu yüce kişilerin sevgileri ile doldursun.

RAMAZAN VE İRADE TERBİYESİ
Oruç, herşeyden önce, Allah ve Resulünün emri olduğundan sırf bu emre ittat etmek için tutulur. Bunun yanında oruçta maddî, manevî ve içtimaî bir çok fayda mülahaza etmek müm kündür. Esasen, bu konular, asırlardan beri İslâm ilim adamlarınca en güzel biçimde açıklanmış bulunmaktadır. Biz, Ramazan ve Oruç vesilesi ile İslâm’ın «irade terbiyesi» anlayışına işaret etmek istiyoruz.
Bilindiği gibi, irade, insanın şuurlu tercihleri demektir. İnsanda şuur, çok güçlü bir «otokontrol» unsurudur. Biz insanlar, hayvanlardan farklı olarak davranışlarımızı planlıyabilir ülkü ve hedeflerimize göre sevk ve idare edebilir, kendimizle hesaplaşabiliriz. Oysa, hayvanlar, içgüdüleri ile hareket ederler, onlarda «şuurlu bir kontrol» ve dolayısı ile iradî davranışlar müşahede edemeyiz.
Belli bir seviyede zeki olan insan irade sahibidir. Ancak, daha önceki yazılarımızda da işaret ettiğimiz üzere, insanın iradesi «çatallıdır. Yani insan, iyi ile kötü, doğru ile yanlış güzel ile çirkin, helâl ile haram, hak ile batıl arasında yalpalar durur. Oysa, hayvanlarda içgüdüler, «belli uyaranlar karşısında, belli ve kalıplaşmış» mekanik davranışları ifade ederler; İnsanda irade ise «çatallı bir yol ağzında uygun tercihi yapabilmek» demektir.
Peki, «uygun davranış hangisidir?». İşte bu konuda, cemiyetlerin anlaşamadığını görüyoruz. Yani iyi, doğru, güzel, helâl ve hak olan davranışlar ve tercihler hangileridir? İnsan nasıl hareket ederse kötü. yanlış, çirkin, haram ve batıl olan işleri yapmış olur? Bu sorular karşısında beşeriyet maalesef farklı düşünmekte ve inanmaktadır. İyiyi, doğruyu, güzeli, helâli, haklıyı ararken ortaktırlar, ancak bunları tarifte farklılaşıyoriar. Dolayısı ile iradenin terbiyesi lüzumunda birleşmekle beraber, «irade terbiyesinin şekli» üzerinde anlaşamıyorlar.
Bir hedoniste veya epiküriste sorarsanız, insana maddî zevk ve lezzet veren herşey iyidir, doğrudur, güzeldir. İnsanları, çeşitli perhizlere ve mahrumiyetlere sokarak ıstıraba sürüklemek doğru değildir. Mutluluk, insanı sevk ve idare eden fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik motiflerin tatmini ile gerçekleşebilir. Bu motifler üzerine konan her türlü .«sansür» insanları mutsuz eder. İçgüdülerimizi nasıl ihmal edebiliriz? İrade terbiyesi içimizden geldiği gibi yaşamak demektir.
Bir Budiste sorarsanız, kişiyi mutsuz kılan «ego»sudur. Ego yahut «ben» cemiyetle temas neticesinde ortaya çıkan ihtiraslar ve kaprislerle gittikçe büyür, doyumsuz hale gelir. İnsanlarda «ego» büyüdükçe, yaşamak ıstıraba dönüşür. Bu sebepten iyi bir Budist, iradesini kullanarak «ego»sunun istek ve ihtiraslarını yok etmeğe çalışmalıdır. Bu konuda başarıya ulaşmanın yolu da, cemiyetten uzaklaşmak inzivaya çekilmek, hayatı idame ettirmek için mümkün mertebe az yemek, az uyumak, az konuşmak, kısaca «ego»nun isteklerini «sıfıra» (Nirvana’ya) yaklaştırmaktır. Mutluluk budur.
Bir Katolik rahibi de, irade terbiyesini, içgüdüleri kontrol altına alınmasında, bazı konularda sınırlı, bazı konular da mutlak perhizlerle «nefsin dizginlenmesinde» bulur. Bunlara göre de perhiz ve inziva irade terbiyesinde önemli rol oynayan değerlerdir. Katolik papazlar, mutlak bir «seksüel perhizi» fazilet bilirler.
islâm’da irade terbiyesi bunlardan çok farklıdır. İslâm, içgüdülerimizi de, fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik motiflerimizi de inkâr etmez. İnsanlara ne mutlak perhizler, ne de «nefse köleliği» emreder. Hedonistler gibi nefsi başıboş da bırakmaz islâm’da «nefs ile mücadele» emredilmekle beraber, «nefse zulmetmek» de men’edilmiştir. «Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz» ölçüsü içinde hareket etmemizi ve bunu yaparken «İslâm’ın koyduğu normlara» uymamızı emreder.
Psikanalistler, «insanın çatışmalı bir varlık» olduğunu pek kesin delillerle ortaya koymuş bulunuyorlar. İster ferdin şuurundan kaynaklansın, ister cemiyetin değerlerinden güç alsın, insanlar «kendileri ile hesaplaşan» canlılardır. İnsanoğlu kendini davranışlarını ve münasebetlerini ister istemez «otokritik» etmek ihtiyacındadr. Yani isteseniz de istemeseniz de «ego» ile «süper ego» karşıkarşıya gelecektir. Bu bakımdan, hedonistlerin, «vicdanı ve içtimai sansür»ün karşısına çıkmaları hem mümkün, hem doğru değildir. Hedonistçe yaşayan bir cemiyetin fertlerinin «mutlu» olacağını sanmak gerçekçilik olmaz. Öyle bir cemiyette suçluluk ve günahkârlık duyguları artar, ihanetler, vefasızlıklar karşısında kalan kitleler ve fertler, tehlikeli telâfi yollarına sürüklenir. Alkol, uyuşturucu madde düşkünlüğü, intihar ve göz yaşı çoğalır. Bugün, kendini hedonizme kaptırmış cemiyetlerin, daha mutlu olduğunu savunmak mümkün gözükmemektedir. Bu sebepten biz, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in «insanların başıboş kalamıyacaklarını» belirten hükmünü, çok gerçekçi buluyoruz.
Öte yandan, Budizmin ve Katolikliğin, içgüdülerimizi ve «motif»lerimizi inkâr eden cemiyetten uzaklaşmayı, inzivaya çekilmeyi ve birçok konularda mutlak veya şiddetli perhizleri tavsiye etmesini de uygun görmüyoruz, içgüdülerimiz ve diğer motiflerimiz, birer kapris veya ihtiras degildir. Normal ve tabiî ihtiyaçlarımızdır. Bunların tatmin edilmeyiş ile hem fert, hem cemiyet zarar görür. Unutmamak gerekir, normal ve tabii ihtiyaçlarımız, içtimaî ve ahlâkî tatmin yolları ve kanalları bulamazlarsa, anormaliklere ve sapmalara sebep olurlar. Bu sebepten islâm’ın «nefsinize zulmetmeyiniz» tarzında ortaya koyduğu hükmü alkışlamamak mümkün değildir.
islâm’da oruç, insanları yemekten içmekten ve diğer fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamaktan menetmek değildir. Bilâkis, biz Müslümanlar, Ramazanlarda daha güzel yemekler yer, şerbetler içer, temizliğe daha çok değer veririz, Ramazanda bizim İçin değişen sadece bir ay müddetle yemek saatleridir. Sahuru mümkün mertebe geciktirerek ve iftarı mümkün mertebe erken yaparak oruç tutarız. Hayatımızı tehlikeye sokmadan, fizyolojik ihtiyaçlarımızı inkâr ve ihmal etmeden, sadece «imsak» vaktinden «akşamın ilk anlarına» kadar tatminde geciktiririz. Bununla, fert ve cemiyet olarak, Allah ve Resulünün koyduğu ölçüler içinde nefsimizi kontrol» ederiz. İslâm’a göre, iradeyi terbiye etmek demek., yememek, içmemek, seksüel perhiz yapmak demek değildir Bütün bunları ve diğer fizyolojik ihtiyaçlarımızı, belli normlar İçinde kontrol altına almak demektir Her türlü israftan kaçınmaktır. Nefsin inkârı değil disiplin altına alınmasıdır. Ramazanın bir ay müddetle devam etmesi, nefsin disiplin altına alınmasına ve içgüdülerin kontrol edilmesine gerçekten fırsat verebilecek bir zamandır. Nitekim, Ramazanı müteakip, Müslümanlar, uzun müddet öğle yemeği yemek ihtiyacı duymazlar. Zaten, sevgili Peygamberimiz ve O’nun yüce kadrosu olan Sahabiler bütün hayatları boyunca, mazeretleri olmadığı müddetçe, daima iki öğün yemek yemişlerdir. Bu «sünnet» gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlılar döneminde Türkiye’de de yürütülürdü Hâlâ, birçok kasaba ve köylerimizde bu «gelenek» devam etmektedir. Eskiden üzerlerine güneş doğmayan Müslüman – Türk çocukları, sabah namazından sonra ağzına bir kaşık bal veya benzeri bit tatlı alır mesaiye gider, kuşluk saatinde iIk yemeği yer, öğle namazına kadar çalışır, namazdan önce biraz uyur (kaylûle yapar), hemen sonra abdest alıp namaz kılar, tekrar çalışmaya başlar, gölgesi iki boy oluncaya kadar çalışmasına devam eder, paydostan sonra ikindi namazını kılar, biraz dinlenir ve akşam yemeğini yerdi. Yemeği takiben akşam namazını kılar ve yatsıyı bekledi. Ramazan, müslümanları böyle bir günlük programa hazırlar.

RAMAZAN VE ZEKÂT
Müslümanlar için Ramazan, aynı zamanda zekât verme ayıdır. Zekât her zaman verilebilir, lâkin Ramazanda verilmesi daha iyidir. Kaldıki, zekâtın Ramazan ayında verilmesini gerektiren başka bir sebep de vardır. Zekât, Hicret’in ikinci yılında ve Ramazan ayında müslümanlara farz kılınmıştı. O zamandan bu zamana müslümanlar, mühim bir mazeretleri olmadıkça, zekâtlarını bu ayda vermeyi tercih etmişlerdir.
islâm’da zekât asla, devlete ödenmesi gereken bir «vergi» değildir. O İslâm’ın gerçekleştirdiği bir «sosyal güvenlik» ve «sosyal adalet» müessesesidir. Bizzat cemiyetin, fakr ü zaruret içinde bulunan insanların hayat ve yaşayışını teminat altına alması demektir. Zekât, zenginlerin mallarından ayırıp vermek zorunda oldukları, nisbeti önceden belirlenmiş ve müstahaklarına tevdi edilmesi gereken bir haktır. Zekât fakire, yoksula, zekât toplayan memura, esire, mücahitlere, borçlulara ve muhtaç yolculara verilir. Zekât, müslümanlar arasında tesis edilmiş bir «sosyal sigorta»dır. ilmihal kitapları, zekâtı, «bir kimsenin tam mülkü olan nisab miktarındaki zekât malının, belli zamanda, belli miktarını, zekât niyeti ile ayırıp müstahak olan müslümanlara verilmesi» olarak tarif ederler.
İslâm zekâtla cemiyetin, yakından uzağa doğru kendi mensuplarının hayat ve refahını bir ibadet aşk ve şuuru içinde temin etmesini «farz kılarak» bu vazifeyi İslâm’ın şartı haline getirmiştir. İslâmın koyduğu ölçüler içinde zengin sayılan her müslüman, zekât vermekle mükelleftir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, müslüman bir cemiyette, bir müslüman açlıktan ve sefaletten dolayı ölmüş olsa, zekât vermeyen veya zekât borcunu tam ödemeyen bütün zengin müsümanlar, o kişinin kaatili olurlar.
Zenginler, altın, gümüş, nakit ve kâğıt paranın, sığır, koyun, keçi, deve manda, at… gibi hayvanların, ticaret mallarının ve toprak mahsullerinin zekâtının tayin edilen «nisablarına» göre ve şartlarına uyarak verirler. İslâm’da «öşür» toprak mahsullerinden verilen zekât demektir. Öşür vermek de farzdır. Zekât farzının ne suretle eda edileceği hususu ilmihal kitaplarında genişçe anlatılmıştır. Müslümanların bunları okuyup öğrenmesi gerekir. Unutmamak gerekir ki, farz olan şeyleri öğrenmek farzdır. Hiç şüphesiz islâm devletinin zekâtın alınması müstahaklarına ulaştırılması hususunda vazife ve mesuliyetleri vardır. Tabiî, böyle bir «İslâm Devleti» varsa…
İslâm’da faiz haram ve fakat zekât farzdır. Bilindiği gibi kapitalist sistemde, krediye ihtiyaç duyan çevrelere verilen mal ve para, kapitalistin lehine belli bir nisbette artış sağlar ve kredi alan kişi ve zümreler, bu ihtiyaçları dolayısı ile sömürülürler. İslâm’da, kredi, «karz-ı hasen» (faizsiz borç» olarak verilebilir. Bunun yanında zenginin mal ve parası üzerinden, bir yıl geçtikten sonra, ihtiyaç sahiplerine belli nisbette zekât vermek mecburiyeti vardır. İslâm ekonomi sisteminde, kredi ihtiyacının sömürülmesi ortadan kaldırıldığı gibi, çalışmayan para, durduğu yerde, zekâtla törpülenerek belli bir noktaya kadar küçültülür. Böylece sermaye piyayasının canlanması ile zekât arasındaki bağ daha iyi anlaşılmış olur. Zekât, parayı işletmeye teşvik eder. Aksi halde çalışmayan altın, gümüş ve nakit zekâtla yontularak piyasaya aktarılır.
Zekât, herşeyden önce bir ibadet olarak yerine getirilir. Bunun ötesinde sayısız sosyal ve ekonomik faydayı da bünyesinde taşır. Zekât aynı zamanda bir cihad ve gönüller kazanma yoludur da o,İslâm savaşçılarına verilebileceği gibi, gönlü İslâm’a yatkın ve kazanılabilecek kimselere de verilebilir. İslâm’da «Müellefe-i Kulub» olarak adlandırılan kimseler, böyledir.

FİTRE
İmam-ı A’zama göre ihtiyacından ve borçlarından fazla olarak zekât nisabı malı ve parası bulunan ve hür olan her müsiümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı, tan yeri ağarırken «fitre» vermesi vacip olur. Şafiî, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre, bir günlük yiyeceği olanın fitre vermesi farzdır, imam-ı Gazali, fitreyi zekât olarak değerlendirir ve «fitre zekâtı» olarak ödenmesini farz bulur, imam-ı Gazali, evi, elbisesi ve zaruri ihtiyaçları hariç, bayram günü kendine ve çoluk çocuğuna yetecek kadar yiyeceği olan bir kimsenin «fıtır bayramı» (Ramazan Bayramı) gecesi yedikleri şeyin cinsinden «bir sa» vermesi farz olur diyor (Bkz. İmam-. Gazali — Kimyayı Saadet — [A: F. Meyan) Sf: 143).
Fitre arpa, buğday, üzüm, hurma olarak verilebildiği gibi bunların bedeli olan altın, gümüş ve nakit para olarakda ödenebilir, islâm’da fitrenin ölçüsü bir «sa’» dır. Bu bir hacim ölçüsüdür. Prensip olarak «sekiz normal avuç mercimeğin hacmine eşittir. Hanefi âlimlerine göre aşağı yukarı 1750 grama. Maliki, Hanbeli ve Şafii imamlarına göre de aşağı yukarı 2335 grama muadildir. Fitre, verilecek metaın cinsine gere. bu ölçüler içinde mütalâa edilir. eğer nakit olarak verilecekse bu emtianın o günkü piyasa değerlerine göre hesap edilir. İmam-ı Azam’a göre, değeri çok olan«meta üzerinden» fitre vermek daha iyi olur. Meselâ ülkemizde hurma ve üzümün değeri buğday ve arpadan daha fazladır. Gücü yetenler, buna göre hareket etmelidirler.
Her şahıs için «bir fitre» verilir. Aile reisi bakmakla mükellef olduğu Kimselerin (baba, ana. oğul, kız evlatlık ve himayesine aldığı kimselerin fitresini vermek zorundadır. Eğer, evin hanımı kendi zekâtını kendi verirse daha yi olur. kocasının vermesi de caizdir. Fitreyi, özürsüz olarak, bayramdan sonraya bırakmak caiz değildir.En iyisi,bayramın birinci günü
fitreyi bayram namazından önce veya sonra ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktır.
Fitre yakından uzağa (yani bakmakla mükellef olmadığı akrabadan başlayarak, muhtaç komşular, hemşehrilere, daha sonra diğer şehirlerdeki müslümanlara muhtaçlara verilmelidir. Fitre de zekât gibi, fakire, yoksula, esirlere, borçlulara, yolculara muhtaç öğrencilere, Allah yolunda savaşanlara… verilir.
özürlerine binaen oruç tutamayan müslümanların da tutamadıkları her oruç için birer «sadaka-i fıtır» vermesi gerekir, ihtiyarlar, hastalar, loğusa ve hamile kadınlar, süt emziren anneler yolcular… şayet oruçlarını eda edemeyecekler ise «sadaka-i fıtır» verirler.
Fitre de zekat gibi fakir ve fukaranın hakkıdır. Bir « usul yol adalet» ve «güvenlik» yüklediği bir mükellefiyettir. Ayrıca ibadet gayesi iie yapılan bu içtimaî yardımların, cemiyet hayatında büyük bir değeri vardır. Sosyal dayanışmayı güçlendirdiği gibi sefaletin yok edilmesini temin eder. Refahı yaygınlaştırır, cemiyette barış ve huzur sağlar. Bu sebepten, şu veya bun müessesenin, bu değerli ibadeti maksat ve hedefinden saptırmaya çalışması hoş görülemez. Fakir ve fukaranın hakkı, çeşitii hile ve tertiplerle halkın elinden alınarak çar çur edilemez. Her müslüman fitre ve zekatını, dinin emir ve ölçüleri içinde ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak hak ve hürriyetine sahip bulunmaktadır. Hele, İslâm’ın mukaddes ölçüleri ile ve yüce «şeriat» ile alay eden ve fakat fitre ve zekât söz konusu olunca, sinsi bir riyakârlıkla müslümanlara dalkavukluk yapmaya kalkışan kişi ve müesseselere hiçbir müslüman yardım etmek zorunda değildir.
Fitre ve zekât, müslümanlar arasında adalet, güven ve dayanışına doğuran ve yüce islâm şeriatının emrettiği bir ibadettir.

KADİR GECESİ
Yüce ve şanlı kitabımız Kur’ân-ı Kerîmde «Kadir Gecesi», bütün gecelerden ve gündüzlerden daha aziz tutulur, onun «bin aydan daha hayırlı» olduğu bildirilir. O gece, adeta her iki dünyanın birleştiği gündür. O gece «fecr vaktine» kadar melekler, ruhlar ve müminler, dua ve niyazlarında içice kaynaşan bir nur yumağı meydana getirirler: Kadir Gecesi, mukaddes ve mübarek bir ayın «özü»dür, hülasasıdır. Bu gecenin feyzine ve bereketine kavuşanlar Yunus Emre gibi kendinden geçer, aşk ve vecd ile: «Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun» diyerek sokağa fırlar.
Kadir gecesi için, büyük veli İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubatı’nda (162. mektubta) şöyle buyuruyor: «Bu aydaki iyiliklerin, bereketlerin hepsi Allah-ü Taalânın zâtındaki üstünlüklerin tamamı da, kelâm sânında bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, bu kelâm sânında bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim, bu kelâm şanının hakikatinin hepsinden hâsıl olmuştur.. Bu sebepten Kur’an-ı Kerim ile bu mübarek ay arasında tam bir bağlılık vardır… Bu bağlılıktan dolayı Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında indirildi. Kadir gecesi.bu aydadır. Kadir Gecesi, bu ayın özü ve çekirdeği gibidir. Ramazan ayı da —Bu özü ve çekirdeği içinde koruyan bir meyvenin— kabuğu gibidir.»
Ramazan ayı tam bir Kur’an-ı Kerim ayıdır. O ay boyunca müminler Kur’an-ı Kerim’i hatmederler (baştan sona kadar okurlar). Camilerde güzel sesli hafızlar ve onları çevreleyen cemaatın vecd hali, bize «Asr-ı Saadet» ten kokular getirir. Bu «kutlu cemaat» öbek öbek dünyanın her yerinde aşk ve heyecanla teşekkül eder. Kur’an-ı Kerim, bugün yer yüzünde tahrif edilmemiş, saptırılmamış tek vahiy kitabıdır.- Bunun yanında, bugün dünyada aynı dil ve aynı yazı ile okunan ve dinlenen yegâne kitapdır Kur’an-ı Kerim’in metni, dili ve yazısı üzerinde oynanmak istenen bütün kötü niyetli oyunlar, Allah’ın vaadine uygun olarak hep hüsranla neticelenmiş ve Allah’ın Kitabı, bütün ihtişamı ile ebedî bir feyz ve bereket kaynağı olarak evlerimizin en mutena köşesinde ve hafızların dimağında korunmuştur, korunmaktadır ve korunacaktır.
Her Ramazanda Kur’an-ı Kerim, bütün mümin gönüllerde ve dillerde durmadan yenilenir. Her Kadir Gecesinde, inananlar, yeniden melekler ve ruhlarla kaynaşarak Kur’an-ı Kerim’in aydınlığında yıkanarak arınırlar. Ramazan ayında ve Kadir Gecesinde kılınan nafile namazlar, yapılan zikirler verilen sadakalar başka ay ve günlerdeki «farzlar» gibidir. Bu ayda oruçlulara iftar vermek, müminlerin işlerini kolaylaştırmak, yüklerini hafifletmek, büyük sevaptır. Bu ay ve günde müslümanlar. sevgili Peygamberimizin ve kâinatın efendisinin «ahlâkı ile ahlâklanmaya» çalışırlar, ona benzemek için çırpınırlar. «Ufuk insana» doğru yol almaya, yani sonsuzluğu kucaklamaya özenirler. Gerçekten de O’na yaklaşmak insanlığa yaklaşmak, O’ndan uzaklaşmak ise mahvolmak demektir.
Tıpkı O’nun gibi yaşamak zordur: ancak onun yaptıklarını, söylediklerini ve yaşayışını bilmek ve elimizden geldiği kadar onları yapmaya çalışmak gerekir. Peygamberimiz, Ramazanları bir bayram sevinci ile karşılar, onu gece ve gündüz değerlendirir. Bilhassa Ramazanın son on günü içinde ibadetleri zikirleri ve sadakaları pek çok olurdu. Şefkat ve merhamet duyguları bütün ihtişamı ile fakirleri, sahipsizleri, hasta ve düşkünleri kucaklardı. Sıcak çöl günlerinde bile Ramazanın doğurduğu açlığı ve susuzluğu, Allah’a ibadet zevk ve heyecanı ile büyük bir nimet bilirdi. Ramazan’da, iftarı erken ve sahuru geç yapmayı severdi. Bu haliyle «beşerin aczini» duyarak Rahman ve Rahim olan Allah’a sığınırdı.. Bize de öyle yapmamızı tavsiye ederdi.

İSLÂMİYET VE TÜRKLER
Türkler, en eski devirlerden beri «muvahhit» olan, yani tek Tanrı’ya inanan bir milletti. Türk milletine, zaman zaman İran ve Hindistan’dan bulaşan şamanist- budist inançlara, hattâ Yahudi ve Hnstiyan itikatlarına rağmen o, daima kültürünün özünde «muvahhit» olma esprisini korumasını bilmiştir.
Türkler, asırlarca hep İslâmiyet’i aramış gibidirler. Daha önce denediği hiçbir «din» Türk’ün vizdanını tatmin etmemişti. Türkler herhangi bir baskı altında kalmaksızın temiz ve hür vicdanları ile İslâmiyet’i seçtiler, sekizinci yüzyıldan sonra, dalga dalga bu dine katıldılar.
Tarihte hiçbir millet, bu kadar iştiyakla, bu kadar büyük dalgalar halinde yeni bir dine koşmamıştır. Muvahhit Türk Mileti, islâmiyet’te «tevhid»in en muhteşemini bulmuş, onunla coşmuş ve âdeta kendinden geçmiştir.
Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han islâm’la şereflenen ilk Türk hakanı olmuştur. Türk-İslâm Ülkücüsü için bu hakanın ismini yaymak ve genç vicdanlara heyecanla işlemek vazifesi düşer. Bu yüce hakanın adı asla unutturulmamalıdır.
Türk milletinin vicdanında yatan menkıbelere göre, Abdülkerim Satuk Buğra Han İslâmiyet’i rüyasında bizzat şanlı kurtarıcımız olan Peygamberimizden öğrenmiştir. Milleti ise kendisine itirazsız uymuştur. Böylece İslâm’a 10. yüzyıldan itibaren çok büyük dalgalar halinde katılan Türk milleti, 11. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının siyasî lideri oldu. Tuğrul Bey «Sultan-ül Müslimin» ilân edildi. 16. yüzyılda da Yavuz Sultan Selim Han ile de «Resul-ü Ekrem»in «halifesi» yani kutlu vekili olmakla şereflendi.
Nihayet, Türk, islâmiyet ile o derece kaynaştı ki, Avrupalı İslâmiyet’e «Türk’ün Dini» demeye başladı. Daha sonra imparatorluğumuzu yıkmak isteyenler, bu sefer yüce dinimize «Arab’ın Dini» diyerek, güya millî hiseerimizi rencide ederek bizi, yüce dinimizden soğutmak istemişlerdi. Oysa, yüce peygamberimiz bu «ilâhi dini» Arab bedevilerine kabul ettirmek için ne kadar zahmet çekmişlerdi. Hiç şüphesiz, İslâmiyet, şu veya bu «kavmin» dini değildir. O bütün insanlığın haysiyetini kurtarmak için, Allah’ın «âlemlere rahmet olarak» gönderdiği âlemşümul ve ilâhi bir dindir. Her ırk, kavim ve her fert karakterini ve şahsiyetini kaybetmeksizin bu dine girebilir. Hiç kimseye bu konuda bir imtiyaz verilmediği gibi, engel olma yetkisi de verilmemiştir. Bütün bunlarla beraber, islâmiyet, milletlerarası bir din olmayıp milletler-üstüdür. Yani islâm international değil, universel’dir. Bunlar arasındaki farkı daha önceden belirtmiştik. İslâmiyet’i kabul etmekle milletler yok olmaz. Aksine güçlenir.
İslâmiyet, milletleri inkâr etmez, aksine milleti, nitelikleri içinde tutarak geliştirir. Millî kültürü ve müeseseleri, kendi inanç ve ölçüleri içinde yeniden bir terkibe zorlar. Ondaki küfrü atar, ancak millî şahsiyeti korur. İslâmiyet, kendine aykırı olmamak şartı ile «örfe» (Töre’ye) uymayı emrettiğinden milletin üslûbunu yansıtır. Din, sosyal yapıyı bütünü ile etkilediği halde, milletin şahsiyet ve üslûbunu inkâr ve ihmal etmez. Bilâkis, millî şahsiyeti ve üslûbu, getirdiği iman, aşk, aksiyon ve

BÖLÜM – 3

 

İNSAN VE CEMİYET GÖRÜŞÜMÜZ

İNSAN VE CEMİYET PROBLEMİ
«İnsan ve cemiyet» konusunda pek çok yayın yapılmaktadır. Hayatın kaynağı, insanın yaratılması, cinsiyetler, ırklar, milletler, sosyal sınıflar, aile, kadın hakları, sosyal değişme, sosyal problemler, sosyal organizasyon,… gibi konularda hergün binlerce yazı yazılmakta, kitaplar yayınlanmakta, toplantı ve açık oturumlar düzenlenmektedir. Bu konularda da binlerce görüş, düşünüş ve tavır ortaya konmaktadır.
Hiç şüphesiz, bu meseleler karşısında bizler de, Türk – İslâm Ülkücüleri olarak, tavrımızı ortaya koymalıyız. Bu tavrı tayin edecek olan değerlerimiz mevcut bulunmaktadır. Bizler, bir Türk milliyetçisi olarak «tavrımızı» tayin ederken «çağdaş ilmî verilerin ışığında» ve fakat Türk – İslâm Kültürünün değerleri içinde kalarak çalışacağız. İlmin «evet» dediğine bizler de evet diyeceğiz. Ama bunu demeden önce, gerçekten ortaya konan hükümlerin ilmin aradığı niteliklere (determinizme, objektivizme ve üniversalite’ye) uyup uymadığına bakacağız. Yani bizzat ilmin isteği «ilmî şüpheciliği» (synaritisisme’i) elden bırakmayacağız.
Bilhassa, ilim ve fikir adamlarının «ilmî çalışmalarının ve araştırmalarının» yanında, bir dine, bir millete, bir ideolojiye de mensup olduklarını unutmayacağız. Her ilim adamı, şahsiyetinde ister istemez kendi toplumunun değerlerini de taşır. Bu değerlerin bulaşmadığı kitap ve makaleye hemen hemen rastlamak mümkün değildir. Bu husus, bilhassa biyoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi «araştırma alanlarında» daha fazla dikkati çekmektedir.
Bir komünist ve kapitalist ilim ve fikir adamının biyolojide psikoojide ve sosyolojide ortaya koyduğu «teoriler» aynı konularda, dahi şimdilik çok farklı olmaktadır. Hatta bir Yahudi ve Hıristiyan ilim adamının aynı konulardaki görüşleri, bilhassa «teoriler ve hipotezler geliştirirken» yine farklı olmaktadır.
Bu sebepten diyoruz ki, ilmin aradığı özellikte, tam ve kâmil manâda ortaya konmuş hükümlere, elbette biz de «evet» diyeceğiz. Ancak teoriler karşısında çok hassas ve titiz olacağız, acele «genellemelerden» sakınacağız.
Öte yandan, kendi ülkemizde ve kendi hammaddemiz üzerinde, bizzat kendimizin yaptığı ilmî araştırmalara ağırlık vereceğiz. Bulduğumuz sonuçları, bu konularda yapılmış başka araştırmalarla mukayese edeceğiz. Unutmayınız, ilmin prensipleri, her ne kadar âlemşümul ise de ham madesi millî ve mahallidir. Matematik, fizik ve kimya gibi ilimlerin kanunları kolayca «genelleştirilebildiği» halde psikoloji ve sosyoloji kanunları bu kadar kolayca başka gruplara tatbik edilemezler. Bilhassa bu konularda her milletin kendi yapısını ve işleyişini bizzat kendisi incelemeli, kendi problemlerine bizzat kendisinin sahip çıkması gereklidir, ilimde tercüme ve aktarma elbette faydalıdır, ama bizzat araştırma ve inceleme çok daha faydalıdır. Hele, ilim tercümeciliği ve aktarmacılığı adına, «kültür emperyalizmine hizmet» etmek ve korkunç gaflettir.
Biz, «insan ve cemiyet» konusundaki görüşlerimizi ortaya koyarken ilmî verilere ve Türk – islâm kültür değerlerine ağırlk vereceğiz, kültür emperyalizminin tahribatını ve sızmalarını bertaraf etmeye çalışacağız. Bu arada bilhassa, ilim kisvesine bürünmüş çeşitli yıkıcı ve materyalist akımların menfi etkilerini önlemeye gayret edeceğiz. Biz bunu başaramazsak bile, genç Türk çocuklarının böyle bir gayret içinde bulunuşu ile mutlu olacağız.

HAYATIN KAYNAĞI
Hayatın kaynağı etrafında, tarih boyunca çeşitli yorumlaı yapılmıştır. Din, felsefe ve ilim, bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazdı.
Günümüzün ilim adamları da, hâlâ bu konuda araştırmalar yapmakta, çeşitli hipotezlerin ışığında «teoriler» geliştirmektedirler. Modern biyoloji, hayatın «abiyogenez» mi, yoksa «iyo-genez» mi oduğu hususunda büyük bir araştırmanın ve şiddetli bir tartışmanın içinde bulunmaktadır. Hayatın «abiyogenez» olduğunu savunanlar, belli cansız elementerin, amino-asiterden başlayarak, koaservatlara sonra proteinlere ve oradan da muhtemelen «canlı tek hücrelilere» ve yine muhtemelen onlar da gelişerek daha kompleks «canlı yapılara» doğru tekâmül ettiğini iddia ederler.
Hayatın «biyogenez» olduğunu savunanlar ise, canlı varlıkların daima «canlı yapılardan» gelebileceğini, gözlemlerin bunu gösterdiğini, cansız maddelerden hayata geçişin, hem laboratuvarda, hem de tabiatta gözlenip olaylarla tesbit edilemediğini iddia ederler. Onlara göre, cansız canlıya dönüşemez; canlılar ya bölünerek, ya tomurcuklanarak, ya yumurta bırakarak çoğalabilirler.
Yukarıda kısaca özetlediğimiz «teorileri» ve benzerlerini okullarımızda çocuklarımıza okutmaktayız ve okutmalıyız. Ancak, asla unutmayacağımız husus, çocuklarımıza, bunların birer «teori» olduklarını ve ilmin istediği nitelikte sağlam ve kesin bilgiler olmadığını, genç nesillere bu konuları aydınlığa çıkarmak hususunda önemli meseleler kaldığını mutlaka hatırlatmak zorundayız. Hele, ilim diye «teori»lerin genç zihinlere şırınga edilmesine asla müsaade etmemeliyiz. İmin «materyalistleştirilmesine» müsamaha edilemez.
Bu tip teoriler ortaya konulurken, asgari bir tarafsızlıkla hareket edildiği takdirde bile, Türk – İslâm Kültürünün bu konularla ilgili görüşleri de ele alınmalıdır. Hayatın menşei etrafında, bu çelişen ve çatışan görüşlere rağmen yüce ve mukades kitabımız Kur’ân-ı Kerim, bakınız ne diyor : «Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarıyor. Arzı, ölümünün ardından, O canlandırıyor.» (Bkz. Er-Rûm Sûresi, âyet : 19)
Görülüyor ki, modern biyolog, acaba «canlı cansızdan mı?» yoksa «canlıdan mı?» geldi diye boğuşurken, islâm yüce kitabında, canlının cansızdan ve yine bunun gibi cansızın da canlıdan çıkabileceğini ondört asır öncesinde ilân etmektedir. Bu sebepten, biz Türk – İslâm ülkücüleri olarak hayatın «biyogenez mi?» yoksa «abiyogenez mi?» olduğu konusundaki tartışmalardan asla rahatsız olmayız. Bizi rahatsız eden şey, bu münakaşaların genç nesillere aktarılması esnasında «materyalistçe» bir tavır alınmasıdır.
Ölü topraktan diri varlıkların, canlılardan da ölülerin çıkabileceğini ve ancak bunun ilâhi «ol» emri ile olabileceğini Yüce Kitabımız söyler. Türk – islâm Ülküsü’nde ilim, Allah’ı ve yaratma iradesini inkâra değil, tanımaya yardım eder. İmanımıza göre, ölü topraktan canlılar çıkabilir. Kur’ân-ı Kerim’de. şöyle buyurulur: «Ölü toprak ki, biz onu canlandırdık.» (Yasin Sûresi, âyet: 33).
Bizce hayat, cansız madde ve enerji dünyası üzerinde dolaşan ilahî bir «soluğu» ifade eder. Yoksa, canlının cansızdan mı meydana geldiği hususu tamamen ayrı bir meseledir. Allah’a ulaşamayan bir ilim neye ulaşabilir ki?…

İLAHÎ İRADEYE BAĞLI OLARAK CANSIZLAR DİRİLİR
«Hayat», Allah’ın (c.c.) sıfatlarındandır. Enerji ve madde ise «cansız ve ölüdür.» Allah, yaratma iradesi ile cansız ve ölü maddelerden «hayatı»çıkarmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: «Onun emri, birşeyi dilediği zaman, ona ancak ol demesinden ibarettir. O da oluverir.» (Yasin, âyet: 82).
İnsanoğlu, bilmek ve düşünmekle mükellef kılındığı için. «ol» emrinden ibaret olan «yaratma iradesini», laboratuvarda deneylerle, tabiatta gözlemlerle tahlil edebilir. Bu yaratma iradesinin mahiyet ve esrarını çözmeye çalışabilir.
Hayatı tanımak, ona yardım etmek yollarını açabileceğinden, bu konuda tabiblerin, veterinerlerin, ziraatçilerin kimyager ve eczacıların bilgi edinmeleri, iş ve mesleklerini başarı ile ve başkalarına zarar vermeden yürütmek zorunda olduklarından İslâm’da «farz-ı kifâye»dir. Yani dinimize göre, hayatın sırlarını bilmekten ötürü ve hayatla ilgili ilmimizi geliştirip yeter oranda ilim ve meslek adamı yetiştiremediğimizden dolayı, insanlarımız zarara uğrarsa «cemiyetçe vebal altında» kalırız. Görülüyor ki, dinimiz, hayatı, ilâhî «ol» emrine bağlamakla beraber, bu konudaki araştırmayı da emretmektedir. Bu tutuşu ile de «materyalizmi» ve «tanrısızlığı» önlemeye çalışmaktadır. İnsanlara «Allahsız bir kâinat anlayışı» vermeye karşı çıkmaktadır.
Dinimiz, ilmin, laboratuvarda denenmiş ve tabiatta gözlenmiş verilerine açıktır. İslâm’da «tecrübenin» adı «hakk-el yakin» bilgidir. Eğer hayat hamlesinin –abiyogenez teoriyi savunanların dediği gibi— aminoasitlerden koaservatlara, sonra proteinlere ve oradan da canlılara doğru gelişmekte olduğu deney ve gözlemlerle isbatlanabilirse, bu durum, yaratma iradesini inkâra değil, anlamaya yardım etmiş olur.
Dinimize göre, hiç şüphesiz insan da cansız enerji ve toprak maddelerinden yaratılmıştır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöylece belirtilmektedir: «Allah, onu (Âdem’i) topraktan yaptı; sonra ona ol dedi, o da (can gelip) oluverdi». (Âl-i İmran Sûresi, âyet: 59). Başka bir âyet i kerimede de: «Allah’ı (onun yaratma iradesini) nasıl olup da örtmeye kalkıyorsunuz. Halbuki, siz ölüler iken (sizi) O diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet yine O’na döndürüleceksiniz.» (Bakara sûresi: âyet: 28).
Hazret-i Âdem (Ona selâm olsun) suyun havanın toprağın ve diğer elementlerin, güneşin ısı ve aydınlığında yağmur ve yıldırımların beslediği bir atmosferde, hayat için elverişli belli ekolojik şartlarda —ileride belki de ilmin sırlarını, çözebileceği bir gelişimle— ilâhî emre uyarak vücuda geldi. Bizim «ana rahminde» bulabildiğimiz gelişme ortamını, o, bizzat «toprağın rahminde» buldu. «Toprak ana», yalnız Âdem ve Havva’yı değil, tek hücrelisinden çok hücrelisine, bitkisinden hayvanına kadar bütün canlı varlıkları doğurdu, emzirdi ve sarıp sarmaladı. İnsanoğlu ise «toprak ana» nın bağrında gözlerini açmakla beraber diğer canlılardan farklı olarak gözlerini «gök yüzüne» çevirerek yücelmek ve sonsuzluklara tırmanmak arzu ve iştiyakı ile kıvrandı. Toprağın bağrından çıkan «arzın efendisi» Allah’ın lûtfu ile bu «çamur dünyaya» sığmayan bir ruha kavuşturuldu. Âdem ve Eşi «ebedî hayatı» özlediler. «Cennet»i idrak ettiler. Yüce yaradılışları yanında, insanın zaafları da vardı. Tatlı bir maceradan sonra tekrar «çamur dünyaya» döndürüldüler; orada bir süre için çoğalıp kaldılar.

İNSANIN GELİŞMESİ
insan, tarih boyunca, daima insan olarak gelişti. İnsanın menşei, yine insandır.
Bizim inancımıza göre, türlerin menşei, temelden birbirinden ayrılır. Her canlının gelişim veya «tekâmül» yolu kendi türü içinde olmuştur. Biyoloji ilminin kesin verilerine göre, kromozomların, genlerin ve sitoplâzmanın taşıdığı ırsî değerler, türün yapısını tesbit veya tayin eder.
Çevre şartları, bazı değişmelere ve sapmalara sebep olsa bile tür, kendi ana özelliklerini korur, Mütasyon, türün kendi içindeki değişimlerini ifade eder. Yoksa bir türün başka bir türe dönüşmesi demek olamaz. Bugüne kadar yapılan biyolojik araştırmalar bunu doğrulamıştır.
Değişik ortamlarda, değişik tertip ve yapılar içinde hayat, oluşurken ve yoğrulurken, daha başlangıçta, değişik yapı ve türlerde canlılar teşekkül etmişti. Bu canlılar, her biri değişik kromozomlara, genlere ve sitoplâzmalara sahip olup daha yaradılışın ilk safhasında bir diğerinden farklı idiler. Yani, bizim inançlarımıza göre, hayat polijeniktir (çok menşelidir), monojenik (tek menşeli) değildir.
«Hayat», kaynağını Allah’tan almakla beraber, hayatın kanunları içinde sünnetüllaha uygun olarak-yaratılmakta ve daha başlangıçta çeşitli, tek ve çok hücreli canlıların ifade ettiği farklı-türler durumundadır. Hiç şüphesiz, her türün gelişme biçimi ve yolu kendi özellikleri için de tezahür etmiştir. Daha sonra, her tür, kendi arasında çeşitli biçimlerde (bölünme, tomurcuklanma, tohum verme, yumurtalama ve doğurma gibi şekillerde) üreyip çoğalmışlardır. Bir tür. farklı ırklara ayrılmış olmakla beraber, kendi arasında üreme imkânını kaybetmiyor ve başka bir türe dönüşemiyor.
Böyle olunca, «toprağın rahminde» yoğrulan ilk insanın «hamuru» ve «mayası», bugünkü insanın bütün özelliklerini «genetik yapısında» taşıyordu. Bu hükmümüz, bütün türler için doğrudur.
Kendi aralarında üreyerek «üçüncü ve doğurgan bir canlı» meydana getiremeyen canlılar arasında akrabalık aramak boşunadır. Maymun ile insan arasında yapılan bu tip araştırmalar sonuçsuz kaldığına göre kaba ekolojilerle vakit öldürmek, zihin karıştırmak ne işe yarar? Canlılar arasında zahirî ve kaba benzerlikleri nazara alarak, temelde bulunan çok büyük ve gerçekten mevcut bulunan farkları kavrayamamak affedilir hatâ değildir.
Hayatın tek hücreli bir canlı türünden çıkıp sonradan mütasyon’arla —bütün türlere kaynak olacak biçimde— çeşitlenmesi mânâsına gelebilecek, hayatın daha başlangıçta çok ve çeşitli canlı türler halinde —tek veya çok hücreli sayısız canlı yapılarla— ortaya çıktığını savunan «polijenik» görüşü daha haklı ve makul buluyoruz.
Kur’an-ı Kerim’e göre, her canlı türü, kâinatımıza serpiştirilmiş birer «âyet» durumundadır: «Göklerin ve yerin ve bunlar içinde yayıp ürettiği bütün canlıların yaradılışı O’nun âyetlerindendir.» (Eş-Şuara Sûresi, âyet. 29) ve (Allah’ın) «sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp üretmekde olduğu her bir canlıda da sağlam bilgi edinecek bir zümre için âyetler var». (El-Casiye Sûresi, âyet: 4).

İNSAN MÜSTAKİL YARATILMIŞTIR
Her canlı türü gibi, insan da müstakil yaratılmıştır. Her türün kendine göre bir kromozom yapısı, sayısı ve dizilişi vardır. Yine kendine mahsus genleri ve sitoplazma yapısı bulunmaktadır. Bu sebepten her türün gelişme modeli de farklıdır. Bu gelişme modeli, bütün tarih boyunca, doğumdan önce ve doğumdan sonra da daima farklı olmuştur.
İnsanın, ana karnında —tek hücreli bir zigottan başlayarak doğum anına kadar— geçirdiği muntazam bir seri değişikliklere, biyologlar, «ontogenez» gelişim adını veriyorlar. Bu değişiklikler, bütün insanoğulları için ortaktır.
İlk insan olan Hazret-i Âdem (O’na selâm olsun), mayalanmış toprağın rahminde —bizim ana karnında geçirdiğimiz bu macerayı— uzun bir süre içinde yaşamış olabilir. Biyologlar, insanın bu tarihi gelişimini «filogenez» terimi ile ifadelendiriyorlar.Yani Hazret-i Âdem’in yaratılışında hem ferdin,hem türün gelişimi bir arada söz konusu olmaktadır. Biz, yaradılışımızın bütün esrarını, bu atamızdan aldığımıza göre, bizim gelişmemiz ile ilk atamızın gelişimi arasında paralellik aranabilir. Veraset kanunlarının varlığı bunu isbatlamaz mı? Galiba, bizim «ana karnında» geçirdiğimiz macera, ilk atamızın «toprağın rahminde» geçirdiği maceranın zaman itibarı ile kısaltılmış ve mahiyet itibarı ile değişmeyen gelişiminin bir özeti olabilir.
İnsanın ana karnındaki macerasını incelediğimizde görüyoruz ki, insan gelişiminin her safhasında — genetik yapı olarak — daima insandır. Hiç bir safhada genetik yapısı değiş-memektedir. Bu durum, her’tür için de doğrudur. Bu husus da gösteriyor ki, insan müstakil yaratılmıştır.
Bazı antropolojik araştırmalara dayanarak, insanın iskelet yapısının zaman ve mekân içinde gösterdiği farklılıklara bakarak, «insanın tekâmülü» ile ilgili teoriler geliştirmeye çalışanlar vardır. İnsan kafatasının büyüyüp küçülmesi, çene kemiğinin uzayıp kısalması gibi «antropometrik» (insanın fizik yapısı ile ilgili ölçmelere dayanan) farklara bakarak, insanın «tekamül basamaklarını» bulmaya çalışan, çok defa biyolojinin veraset kanunları ile çatışan ve çelişen teoriler geliştirenler vardır.
Oysa, insanın kafatası büyüyüp küçülebilir, iri veya kaba olabilir. Çene kemiği ve kafa yapısı uzun veya kısa, alnı geniş veya dar olabilir. Bunu yalnız antropolojik veya arkeolojik araştırmalarda veya fosil incelemelerinde görmeyiz, zamanımız insanlarında dahi, bu durumları gözlemek daima mümkündür. Bugünün en «medeni» toplumlarında bile bu farkları gözleyebilirsiniz.
Bunlar, insan türünün, bugün için biyolojinin sırrını çözemediği «variation» (değişkenlik veya normalden kayma) larıdır. Unutmamak gerekir ki, insan, bütün bu’«variation’ları» ile insandır. Irklar, bir bakıma bu variationlardan doğmuştur.
Bu variationlar, bütün zaman ve mekânlarda rahatça gözlenebilir. Bu sebepten, bazı antropolojik araştırmaları örnek göstererek ve acele genellemelere giderek insanın «ana karnında» geçirdiği ve yaratılışını özetleyen «ontogenez» gelişimine ters düşen yorumlar—iddiası ne olursa olsun — bizi tatmin etmez.

İNSAN TÜRÜ, İKİ CİNSİYETLE BÜTÜNLEŞİR
Allah, «insan türü»nü, kadın ve erkek olmak üzere, iki temel birimle tamamlamıştır. İnsan olmak şeref ve haysiyetini, her iki cins de eşit olarak paylaşırlar.
Ancak, biyoloji ilminden öğrendiğimize göre, erkek kromozomlarında «XY» faktörlerini, yani her iki cinsi, bünyesinde, taşıdığı halde, kadın, sadece «XX» faktörüne, yani «dişilik» özelliğine sahiptir.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, bu hususu, pek çok asır önce, tesbit ve ilân etmiş bulunuyor. Kitabımıza göre, ilk insan Hz. Âdem idi. Yaradılışında, bugünkü erkeğin yapısında— ilmin de tesbit ettiği gibi — yine «iki cinsi», birer çekirdek gibi — bünyesinde— taşıyordu.
Hz. Adem, bir canlı olarak, hem «iki cinsi» hem de — zamanımıza kadar gelmiş, geçmiş ve gelecek —bütün insanlığı, potansiyel bir güç ve hayat çekirdeği biçiminde kendinde toplamıştı. Bu noktada fışkıran ve bütün insanlığı oluşturan bu «hayat hamlesi» «elan vital» gittikçe genişlemektedir.
Dişi ve erkek, bütün insanlığın temel varlığı ve kaynağı olan Hz. Âdem, vücuda gelişinin bir safhasında, henüz esrarını çözemediğimiz bir «ayrılma» ile Havva anamız yaratıldı. Böylece, her ikisi, yanyana ve beraberce gelişerek bütün insanlığın —birbirini tamamlayan— nüvesi oldular. Hücre çekirdeğini bir «kaburga dizisi» biçiminde teşkil eden kromozomların esrarı henüz çözülemedi.
İnsanlık,bir erkekle bir kadının teşkil ettiği «aile» ile başladı. Ancak bu «ilk aile», vahşi, yabani ve ilkel değildi. Onların terbiye ve gelişimi bizzat Yaradanımız tarafından ve Cennet’te tamamlandı. Cennet, bu dünyamızdan daha mükemmel olan başka bir dünya’dır. İnsan «Arz»a medenî olarak indi.
İnsanın yaradılışı konusunda yüce Kitabımızda şöyle buyurulur: «Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan yine zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden çekinin», (En-Nisa Sûresi, Ayet: 1).

İNSANIN YÜCELMESİ
«En güzel biçimde yaratılan insan», çok yüksek bir duygu gücüne ve çok yüksek bir idrake sahiptir.
İnsanın idraki, duyumdan – şuura, maddeden • mânâya, sınırlıdan – sonsuza, esaretten – hürriyete, yaratıktan – Yaradan’a doğru yol arayacak bir kabiliyette yaratılmıştır. Bu sebepten insan, ölümlü dünyada yaşadığı halde «ölümsüz dünyayı» özler. İnsandaki bu psikolojik durumun mahiyeti nedir? insan neden bu dünya ile, bu dünyadaki «statükosu» ile yetinmemektedir? İnsandan gayrı canlılar, galiba duyumları ile yetindikleri halde, insanın idrakine, şuurunun «doğrudan doğruya verileri» tarzında sonsuzluk, ölümsüzlük ve hürriyet mesajları ulaşmaktadır, insan bu özelliği itibarı ile «tabiatta» yalnız mıdır? Şayet böyle ise, bu durumu yadırgamak ve insanın bu özelliğini «tabiattan kopma, yahut marazı bir tepki» sanmak büyük hata olur. Çünkü, insan bu özelliği sayesinde güçlü kültür ve medeniyetler kurmakta ve tabiata hakim olabilmektedir. Bu durumu bir kusur olarak değil, bir güç ve üstünlük kabul etmek gerekir.
İnsan, bu dünyada yaratılmakla beraber, kendini bu dünyaya «yabancı» hissetmekte ve daha mükemmel bir dünyanın özlemini çekmektedir. Bütün didinmelerine rağmen, içinde yaratıldığı dünyada bir türlü «mutlu» olamamaktadır. «Mefisto» istediği kadar çırpınsın «Faust» bu dünyada «mutlu olacağı anı» bir türlü bulamıyor. Bütün hayatı bir trajedi olan Mansur-u Hallac’a göre, dünyanın faniliği karşısında «Şeytan-döğünüp durmakta, bu çamur dünyada boşuna mutluluk arayan insanların şarkı ve türkülerinde «dünyanın haline ağlamaktadır». Günümüzde «Existencialisme» (varoluşçuluk) adı verilen «felsefî akım» da galiba bu noktada dolaşmaktadır.
İslama göre ise, insan gerçekten kendini bu dünyaya yabancı hissetmektedir. Çünkü, onun hayatında, başka bir dünyanın tecrübesi vardır. Bu dünya, sonsuzluk, ölümsüzlük
ve mutluluk dünyası için bir geçitten ibarettir. Hz. Âdem ve Eşi, Allah’ın dilemesi ile bu dünyadan alınarak sonsuzluk, ölümsüzlük ve mutluluk dünyasına götürülmüş ve tekrar «arza döndürülerek» içlerinde bir ateş ve hasret yakılmıştır. Bu dünyada da büyük nimetler bulunmakla birlikte insan bunlarla yetinmemekte ve devamlı bir tedirginlik içinde yaşamaktadır. Mamafih, insanı insan yapan da bu tedirginliğidir. O da bitkiler ve hayvanlar gibi «statükosu» ile yetinse idi asla yücelemezdi.
Bu konuyu yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatır: «Ve demiştik ki, ey Âdem, sen eşinle beraber Cennet’de yerleş. Ondan (Cennet’in nimetlerinden) ikiniz bol bol yiyin. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de (nefsine) zulmedenlerden olursunuz. Bunun üzerine şeytan onların (ayağını) oradan kaydırıp içinde bulunduklarından (onun nimetlerinden) onları çıkarıvermiş (mahrum edivermiş)ti. Biz de kiminiz kiminize düşman olarak buradan inin. Yer yüzünde sizin için bir vakte kadar durak ve faidelenecek şey var demiştik.» (El-Bakara Sûresi, Âyet: 35-36)

İNSAN İSLAM’LA YÜCELİR
Allah’ın «yeryüzündeki halifesi», mutluluğu «fazilet yarışında» yücelerek aramalıdır. İnsanın yücelişi, bir «madde tırmanışı» değildir.
Teknolojinin, yardımı ile fezada «başka dünyalar» arayan insanoğlu, herşeyden önce, fazilet yarışında ve Allah’a layık olmada başarılı ve O’na yönelici olmalıdır. Allah’tan başkasını asla ilâh edinmemelidir.
Başka insanların kanları ve göz yaşları üzerine kurulu teknolojik zaferlerin değeri, zulüm ve sömürü ile biriktirilen haram güçler»le fezanın fethine çıkan kızıl ve kara süper devletlerin madde planında alacakları mesafe çok az olacaktır.
Üstelik, keşfedecekleri yerler ise «Cehennem» kadar sıcak veya aynı derecede soğuk topraklarla kaplı «zehirli dünyalar olacaktır. Gerçekten de Allah’tan başka «tanrılar» edi- nenlerin, yahut «tanrısız» bir yürek taşıyanların, haramla, zulümle beslenenlerin yeri «ebedî Cehennem» olacaktır. Bugün, milyonlarca «esir Türk’ün» sefalet ve ıstırabı pahasına fezada dolaşan «kızıl kozmonotun» başarısını alkışlamak mümkün değildir. Kapitalist dünyanın öncülüğünü yapan ülkelerin, peyklerine yerleştirdikleri «astronotların» başarısında da başka insanların sefalet ve ıstırabını buluyoruz. Madde kaidesi üzerinde bir «mânâ ve fazilet abidesi» kuramayanların alkışlanmaya değer nesi bulunabilir? Fezada bilmem kaç kilometre hızla dolaşan kard ve kızıl emperyalizmin uşağı, kendi yurdunda «esir ve parya» durumuna getirdiği insandan daha şerefli olabilir mi? Şerefin ölçüsünü maddede arayan «materyalist» ne zaman uyanacak?
İnsanoğlu, ataları Hz. Âdem ile Eşi’nin mâcerasındaki hikmeti ve esrarı bütün inceliği ile kavrayamayacaksa, ne mutlu olabilir, ne de müslüman. Böyle bir hikmet ve esrara «dudak bükenlere» acıyarak bakınız ve onları kendi yalnızlıklarına terkediniz.
Bitkiler köklerini toprağın derinliklerine uzatırken, hayvanlar dişleri ve tırnakları ile «Arza tutunurken», materyalist ise hem bu dünyayı yetersiz bulan, hem de kendini onun etrafında dönmeye mahkum kılan bir tavırla çırpınırken, İslâmiyet, «yeri, göğü ve arasındakileri insanın hizmetine» sunmakta, ancak insanın merhametli, müşfik, âdil olmasını isteyerek insanların yalnız Allah’a kulluk edebilecekleri şuuru içinde hareket etmesini emretmektedir.
Müslüman, madde planında fezanın fethine çalışırken bütün gönül ve idrakini de Allah’ın «fetih sahası» haline getirecektir. İnsanoğlu, ayaklarını Arz’a basıp fezaların fethine doğru sıçradığı zaman, kendi varlığını ve idrakini «iki dünyayı» birbirine bağlayan bir «köprü» gibi hissetmelidir. İnsanoğlu, ölüm ile ölümsüzlük, mutsuzluk ile mutluluk, esaret ile hürriyet arasında bocalarken kendini «nefs muhasebesine» çekebilmelidir. Cehennem ile Cennet arasında yalpalayan ve kendini «A’raf»taki hesap yerinde hisseden insan, artık hem insanı tanımaya, hem de İslâmı anlamaya hazır demektir.Gerçekten de İslâmiyet’i anlamak ve yaşamak ne büyük mutluluktur.

İNSAN TÜRÜ VE IRKLAR
Bütün insanlar, bir tek ana ve babadan üreyerek çoğalmışlardır. Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen, bütün insanlar, aynı genetik yapıya sahiptirler ve aynı gelişim devrelerinden geçerek olgunlaşırlar. Bütün insan ırkları, hiç şüphe yoktur ki, bir tek türü ifade ederler.
Değişik renkler, iskeletler ve kan grupları, bir tek türün «variation»larıdır. Biyoloji dili ile ifade edersek, insanlar «monojenik»tirler, yani tek kaynaktan çıkıp dağılmışlardır.
Irkların nasıl teşekkül ettiği konusu, ayrı bir ilmî araştırma sahasıdır. İster İbn-i Haldun ve Lamark gibi düşünerek «coğrafî ve kozmik etkiler» ile, ister Darwin gibi hareket ederek «tabiî eleme (selection natural) ile yahut da «mutation» larla açıklansın ırklar daima bir türü ifade ederler.
Bu hususu, canlı bütün tabiatta gözlemek mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanların da içinde değişik «renk» ve «biçimlere daima rastlamak mümkündür. Bu sebepten, insanlar arasındaki renk, iskelet ve kafatası biçimlerinin farklılıklarından hareketle, ırkları sanki ayrı türlermiş gibi görmeye çalışmak, «çok hatalı» bir insanlık teorisi geliştirerek (insanı polijenik itibar ederek) siyasî ve sosyal istismarlara baş vurmak insan haysiyeti ile bağdaşmaz.
Hele bunun, ilim adına istismarı, asla affedilmez. Böyle bir istismara Türk ve İslâm dünyasında rastlayamazsınız. Bizler, bütün ırklara şefkat ve merhamet kanadlarını geren kültür ve medeniyetler geliştirmiş bulunuyoruz. Irk konusunu, siyasî istismar sahası haline getiren maalesef, iki yüzlü Batı Dünyası olmuştur. Batı, bugün dahi ırkçıdır.
Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yetişen pek çok fikir ve politika adamının, renkleri ve kafatasları kendilerinden farklı olan insanları sömürmek için ilim adına ileri sürdükleri «teorileri» esefle karşılamak gerekir. Arthur de Gobineau, Vacher de Lapouge, Sir F. Galton ve Otto Ammon… gibilerinin iddiaları, yalnız ilim bakımından değil, ahlâki bakımdan da tenkide açık bulunmaktadır.
İskelet yapısı ve renk farklılığı, insan türünü zenginleştiren «variation»lar olarak birer realitedirler. Bu realitenin inkârı da, siyasî istismarı da asla doğru değildir. Irklar, elbette vardır. Bunları ilim adamları incelemelidir. Fakat, asla, siyasî istismarlara, «aşağı ırk», «üstün ırk» gibi beşer haysiyetini rencide edici teorilerin propagandasına müsaade edilmemelidir.
İslâmiyet «ırk gerçeğini» inkâr etmez, ancak bu gerçeğin istismarına karşıdır. İlim ve politika adamları, bu gerçeği bilerek ve «Allah’tan korkarak» hareket etmek zorundadırlar. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’e göre: «O gökleri yaratması, o yerleri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun âyetlerindendir. Hakikat, bunlarda bilenler için elbette ibretler vardır.» (Er-Rum Sûresi, Âyet: 22).
İslâmiyet, «biyolojik ırk» gerçeğini kabul ve fakat «biyolojik ırkçılığı» red eder. İnsanlar, farklı renk ve yapıda ve fakat bir tek köktendirler.

«İÇTİMAİ IRK» GERÇEĞİ
İslâmiyet, «biyolojik ırk» gerçeğine parmak basar ve fakat «ırk üstünlüğü» iddialarını, «posa ırkçılığını» red eder. İnsanların «Allah yanında en şerefli olanını takvada (Allah ve Resulüne iman ve hizmet ölçüsünde) ileri olmak» ile tayin eder. «Bkz. Kur’ân-ı Kerim. Hucurat Sûresi, Âyet: 13). Yine, yüce ve mukaddes kitabımızda, Fatır Sûresi, 27. ve 28. âyetlerde bütün canlılar gibi insanlardan da yine renkleri böyle çeşitli olanların var olduğunu» belirtir ve bu konuda «ilim adamlarını» Allah’tan korkmaya davet eder.
Bütün bunlarla beraber, milletlerin hayatında önemli bir yer tuttuğuna şahit olduğumuz ve sosyolojinin «içtimaî ırk» olarak ele aldığı ve «biyolojik ırkçılık»tan tamamen ayrı diğer bir gerçek vardır.Türk milliyetçiliği, politikasını «biyolojik ırkçılık» üzerine kurmayı reddetmekle beraber, «içtimaî ırk» gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.
Nedir «içtimaî ırk?»
Adından da anlaşılacağı üzere, «içtimaî ırk» biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların «soy biriiği şuuru»dur. Ortak bir şuur tarzında beliren «mensubiyet duygusunun» soy ve kan birliği şuuru biçiminde de duyulmasıdır. Zaten, biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından biribirine yaklaştırır. Aynı kültürün içinde yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanlar arasında «evlenmeler» kolaylaşacağından, tarih içinde, bir oluş ve yoğruluş halinde insanlar «fizikman» da birbirlerine benzemeye başlar. Yani, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bütünleşmelerden, sosyolojik bir zaruret olarak, zamanla bir «içtimai ırk» doğar. Aynı sosyal yapı içinde, çeşitli sebeplerle bir diğerine «kız alıp vermeyen» gruplar var ise, bunlar birer küçük «dar bölge» ve «küçük bir etnik yapı» olmada ısrar ediyor ise, tipik bir içtimai ırkın doğması güçleşir.
Ülkemizde, aynı dine mensubiyet ve aynı kökten gelme şuuru sebebi ile «kız alıp verme» kolaylaşmış bulunduğundan ve ülke çapında «sosyal temaslar» gittikçe artmakta olduğundan «Türk içtimai ırkı» tarih içinde çok kolayca teşekkül etmiş bulunmakta ve gittikçe de kuvvetlenmektedir. Esasen, ülkemizde yabancılar, kitle halinde müslüman-laşmadıklarından «evlenmeler», çeşitli yollarla bir araya gelen ve çeşitli adlar taşıyan Türk boyları ve aşiretleri arasında cereyan etmiş, bu suretle kaynaşma kolaylaşmıştır. Ayrıca Türk boylarının vatan sathına dağılışı da çok akıllıca olmuş, bir Türk boyu belli bölgeye yerleşmek yerine diğer Türk boyları arasına dağılmış veya serpiştirilmişlerdir. Bu durum kaynaşmayı ve «içtimaî ırk» ın kuvvetlenmesini sağlamada yardımcı olmuştur.
Bütün bu ve diğer sebeplerden dolayı, ister istemez, bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman, bir Rus, bir Çinli, bir Japon… tipi teşekkül ettiği gibi, bir «Türk tipi» de teşekkül etmiştir. Bu tip ve diğer milletlere ait tipler, yeni teşekkül etmiş değildir, binlerce yıllık bir tarihî birikimin ifadesidir.

TÜRK İÇTİMAİ IRKI GELİŞTİRİLMELİDİR
«İçtimaî ırk» kavramından ne kastettiğimizi, kâfi miktarda açıkladığımızı sanıyoruz. Siyasî istismarlara fırsat vermemek şartı ile «içtima ırk», bir vakıa olarak değerlendirilebilir.
Her millet, temsil ettiği «tipik içtimaî ırkını» ve özelliklerini, beden eğitimi (ve çok iyi etüd edilmiş spor programları ile kendine uygun estetiğe ulaştırılmalı, kültür ve sanat faaliyetleri ile önce «tipini» kendi milletine, sonra bütün dünyaya sevdirebilmelidir. Türk şiirlerinde, hikâyelerinde, masal ve destanlarında «Türk tipini» çizen ve işleyen ne sevimli ifadeler vardır. «Hilâl kaşlı», «ceylân gözlü», «gonca dudaklı», «servi boylu» Türk kızları ile, «boğa göğüslü», «kurt belli» Türk delikanlısı biçimindeki ifadeler, daha niceleri ile beraber, Türk’ün bizzat kendi «kollektif tasavvurunda» bulduğu «Türk içtimaî ırkının» özellikleridir.
Türk tipini korumak ve geliştirmek için, çok uzak coğrafî alanlara dağılmış Türk çocuklarını, birbirleri ile evlenmeye teşvik etmelidir. Yeryüzüne dağılmış vatan çocuklarını evlilik bağları ile üstüste katlamalı, «dar bölge», «aşiret» ve «etnik» gayretlerle birbirlerine kız alıp vermeyen Türk çocuklarını, birbirleri ile evlenmeye «özendirici» tedbirler alınmalı, Türk içtimaî ırkı, «kan ve soy birliği» şuuru ile güçlendirilmelidir. Bu birliğin değeri, asla küçümsenmemelidir.
Öte yandan, yabancı milletlerin kız ve oğulları ile evlenmenin teşviki önlenmeli, bu konuda «kamuoyu» uyanık tutulmalıdır. Bir Germen – Türk, bir Amerikan – Türk,… karması nesillerin her iki millete de fayda sağlayamayacağı ortadadır. Kaldı ki, bu suretle doğan nesillerin şahsiyet gelişimi ve intibakı zorlaşmakta, bizzat bu şekilde doğan kimseleri «mutsuz kılacak» komplekslere sebep olmaktadır.
Başka milletlere ve ırklara düşmanlık duyguları, hiç şüphesiz sapıklıktır. Ama kendi «ırkından» ve millî özelliklerinden utanıp «yabancı ırklardan» damızlık arayan kimselerin «eksiklik «duygularını» hiç de normal karşılamıyoruz. Her «içtimaî ırk» kendi özellikleri içinde güzeldir.
Gözlerinin çekikliğinden utanıp estetik ameliyatla bir Avrupalıya benzemeye özenen bir Uzak-Doğulu; derisinin rengini beyazlaştırmak için bilmem hangi teknikten faydalanmak için Amerikalı ve Avrupalı ilim ve fen adamlarından «meded uman» siyah derili, kemerli burnunu bilmem kimler gibi «yukarıya kaldırmaya» çalışan bilmem hangi zavallı, yalnız kendisi adına acınacak bir durumda değildir. Burada, bir milletin, bir ırkın, eksiklik duygularına kapılarak etine, kemiğine, derisine, saçına ve tırnağına kadar «kendine yabancılaştığının» dramını görebilmek gerekir.
«İçtimai ırk özellikleri» beşeriyete renk getiren, kültür ve medeniyetlere kendine has bir atmosfer kazandıran orijinal değerlerdir. Kur’an-ı Kerim’e göre: «Renklerimizin birbirine uymaması Allah’ın âyetierindendir»,(Er-Rûm, âyet: 22).
Türk milliyetçisi, Türk içtimaî ırkını benimser, sever ve sevdirirken ailesini de bu espri içinde kurmaya çalışır. Kozmopolitlikten hoşlanmaz. Bununla beraber, başka «içtimaî ırkları» da Allah’ın birer «âyeti» olarak değerlendirir.

«İÇTİMAİ IRK KAVRAMI» BİRLEŞTİRİCİDİR.
«Biyolojik ırkçılık» parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığı halde, «içtimaî ırk» birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşır.
Kimse biyolojik verasetini tayin iradesine sahip değildir. Ama, «içtimaî ırk» tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip insanlar arasında «kan ve soy birliği» şuurunun güçlenmesine yol açar. Kendi içine kapanan dar bölge, «aşiret», «tabaka», «etnik gruplar» arasında «evlilik köprüleri» kurarak «millî şuuru» güçlendirir. Bütün Türk tarihi boyunca, aşiretler ve beylikler arasındaki çatışmaları yumuşatmada bu yol, pek çok kez denenmiş ve faydalı da olmuştur.
Görülüyor ki, «içtimaî ırk» ile millet ve devlet güçlendirilir. Oysa, milletlerarasında evlenmelerin teşviki, «millî şuuru» çökertmekle kalmaz, kozmopolitleşmeye yol açar. üstelik «milletlerarası» bağların güçlenmesine de sebep olmaz. Avrupa’da asırlar boyu, hânedanıklar arasındaki evlilikler, Avrupa’ya birlik ve bütünlük getirmek yerine, çok karmaşık problemler ve çok kanlı savaşlar getirmiştir. Hiçbir millet kozmopolitleşmeden fayda görmedi ki, insanlığın fayda gördüğünü savunmak mümkün olsun. İnsanlık bir «aile» ise, milletler bunun, «şahsiyetlerini» korumak isteyen ve inkâr edilmeleri imkânsız «birim» leridir. Tarih, milletlerin kolay kolay «yok olmaya» rıza göstermediklerini, aksine çok çetin direnişlere baş vurduklarını kaydeder. Bu sebepten, Fransızların Fransızlıktan, Almanların Almanlıktan, İngiliz’in İngilizten vaz geçerek «Ortak bir Avrupa Milleti» meydana getirecekleri iddiası, milletlerarası savaşın çok kurnazca planlanmış propagandalarıdır. Bunun gibi ne A.B.D.. ne de Sovyetler Birliği, gerçekten «birlik» olabildiler, orada açık veya gizli devam eden «milletlerarası» savaşın bütün izlerini daima göreceksiniz.
Biz, bu sebepten «milletlerarası» karışmanın karşısındayız, fakat bir millet içinde bulunan «bölge», «aşiret», «tabaka» ve «etnik grupların» kendi aralarında kaynaşmasına yol açacak evlenmelerle» içtimaî ırkın güçlendirilmesinden yanayız. Hiç şüphesiz, Türk içtimaî ırkı içinde eriyen, asırlarca kız alıp vererek Türk içtimaî ırkına katılan, Türk tarih, kültür ve ülküsünü benimseyen, gönlünde başka bir milletin özlemini taşımayan. Türk Devlet ve Milleti ile kader birliği eden herkes Türk’tür. Bu sebepten «içimaî ırk» kavramı, biyolojinin değil, sosyolojinin konusudur.
İçtimaî ırk, kozmopolitleşmeyi önler, tarih, kültür, din ve ülkü bağlarına bir de «soy ve kan birliği» şuurunu katar. Dinimiz, ırklar ve milletlerarası evlenmeyi yasaklamamıştır, fakat teşvik de etmemiştir. Daha doğrusu, millet çocuklarının, kendi aralarında evlenmelerini teşvik etmeyi men etmemiştir. Zaten bizim tezimiz, «münferit» birkaç olayla ilgili değildir. Milletlerin kitle halinde, yabancılarla evlenmelerinin tehlikelerine işaret etmek istiyoruz. Bu tehlike, maalesef, bizim ülkemiz için de büyümektedir. Yabancı ülkelere giden «aydın» ve «işçilerimizin» bu konuda korunmalarına ihtiyaç vardır.

İNSANLIK, MİLLETLER VE TARİH
«İnsanlık» mücerret bir kavramdır. Milletler ise, müşahhas gerçeklerdir. Milletleri doğuran coğrafî, tarihî, kültürel, ekonomik, biyolojik, psikolojik ve politik pek çok sebep vardır. Bunları etkisiz bırakmak ve inkâr etmek mümkün değildir.
«Milletler yoktur» demekle milletler yok olmazlar. «Milletler olmamalı idi» demekse tarih bilmemek demektir. «Milletler çağı kapanmıştır» diyenler ise şu anda dünyada cereyan eden «millî bağımsızlık savaşlarını.» gerçekten göremıyorlarsa «kör olmaları» gerekir.
Milletler, inkârları imkânsız birer objektif ve sosyolojik gerçektirler. Tarih, bize, millet ve milliyet gerçeğini inkâr ve ihmal eden «akım» ve hareketlerin, «millet ve milliyet gerçeğinin» sert tokadını yediklerini ve bunlara ters düşen teori ve aksiyonların gerileyip yenildiklerini göstermektedir. Bütün beynelminelci (internationalisî) akımlar, milliyetçilik gerçeği karşısında yenik düşmüşlerdir ve yenik düşeceklerdir. Milli şuurun gücü, ancak ona tecavüze kalkışıldığı zaman anlaşılır. Bu sebepten «internationalist»ler, milliyetçiliğe doğrudan doğruya saldıramadıkları zaman, o milletin samimi milliyetçilerini lekeleyerek bertaraf etmeye çalışır, üstelik riyakârca demagojilerle kendilerini gizleme yoluna baş vururlar.
Bugün, yeryüzü haritasının beşerî tablosu, ayrı ayrı «kültür daireleri» etrafında organize olmuş «içtimaî ırklardan» yani milletlerden ibarettir. Bu durum yalnız bugünün gerçeği değildir, tarihin en eski cağlarından beri müşahede edilegelmektedir. Tarih, bir «kavimler tarihi»dir. Bugün de durum, yine aynıdır. Yer yüzünde milletler vardır ve «insanlık» bunların umumi adıdır. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle belirtilir: «Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye, sizi şubelere (ırklara, milletlere) ve kabilelere ayırdık…» (Hucurat Sûresi, âyet: 13).
Milliyet fikrinin «Yeniçağ»da doğduğu iddiası mutlaka yanlıştır. Tarihin basit bir incelemesi dahi, bize bunu isbat eder.Her milletin arkasında, onu besleyen büyük bir tarih vardır.
Bu sebepten ne milletler inkâr edilebilir, ne de sun’i milletler meydana getirilebilir. Dikkat ediniz, «sun’i devletler» demiyoruz, «sun’i milletler» diyoruz. Tarih bize, millet şuuru üzerine kurulu olmayan «sun’i devletlerin» geçici olduğunu da göstermektedir.
Hiç şüphesiz «kavimler» sadece çağımızda mevcut değildir. O, binlerce yıllık bir gerçektir. Ancak, «Yeniçağ» da, politika sahasında «millet ve milliyet» gerçeği, sesini daha fazla duyurmuş, ağırlığını daha fazla ortaya koymuştur, denebilir. Tarihin hiçbir döneminde milletlerde «bağımsızlık şuuru» bu kadar uyanık olmamıştır. Zaten milliyetçilik, «bir milletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağımsızlık şuuru ve milletini bir bütün halinde mutlu kılma arzusu» demektir.
Tarih, milletlerin tarihi olarak gelişmiştir ve gelişmektedir. Ancak, çağımızda, milletlerarası savaşlar; karakter ve silâh değiştirmiş bulunmaktadır. Milletler birbirlerini «iç savaşlar» ile çökertmeyi denemektedirler. Bunun için yıkmak istedikleri milletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısındaki problemleri istismar etmektedirler.

TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN ZAFERİ
3 Mayıs 1944, Türk Milliyetçilerinin «bayram» ilân ettiği gündür. Oysa, bu tarihte «bir avuç Türk Milliyetçisi», çeşitli tertip ve iftiralarla tutuklanmış tabutluklara konmuştu. Böyle acılı bir günün «bayram» olarak kabulündeki «burukluğu» bugün daha iyi anlıyoruz.
İnsanın heyecan hayatı, iki temel duygu arasında dolaşır; «haz ve elem», Psikologlara göre haz, «gevşeme ritmini» elem ise «gerilme ritmini» ifade eder. İnsanlar gevşemeyi temin ettiği için hazzı severler, gerilme doğurduğu için elemden kaçarlar.
İnsanların büyük bir çoğunluğu, çok defa «küçük hazlarda» mutluluk arayarak yaşamak ister; büyük hazlar ve mutluluklar, ancak büyük ıstırap ve acılara katlanmayla elde edilebilirler. Hangi büyük eser, hangi yüce dava vardır ki, ıstırapsız ve gözyaşı dökülmeden kazanılmıştır? Yüce Peygamberimiz mukaddes İslâm’ı zafere ulaştırmak için en büyük zahmetlere, acılara katlandı. Bize şanlı bir tarih, muhteşem bir kültür ve medeniyet, sarsılmaz bir devlet ve millet şuuru kazandıran şerefli ecdadımızın çektiği ıstırabı, akıttığı mukaddes kanı ve döktüğü alın terini, sarfettigi göz nurunu bilmiyor muyuz? Yalnız Çanakkale şehitleri için mustarip ve mukaddes analarımızın akıttığı göz yaşları, «nisan bulutlarını» utandıracak ölçüde değil miydi? Evet, büyük zaferlerin, büyük mutlulukların bedeli, büyük ıstıraplardır, büyük çilelerdir.
Çileye ve ıstıraba talip olmayanlar, büyük mutlulukları tadamayacaklardır. Bir ata sözümüzün de dediği gibi «külfetsiz nimet olmaz», o halde, hemen belirtelim ki, «külfetsiz nimet» arayanlar, iddiaları ne olursa osun, birer tufeyli ve beleşçi parazittirler. Bunlar, kendilerini büyük dâvalara adamış yiğit ve idealist kahramanların kanları ile beslenen «tahtakurularından» farksızdırlar.
Biz, yakın tarihimizde müşahade ettik ki, Türk Miliyetçilerinin çile ve ıstıraba duçar olduğu «dönemler», Türk millî şuurunun yeni bir zaferini müjdelemektedir. Mustaripler, mazlumlar ve mağdurlar çoğalıp Türk Milliyetçilerinin safları takviye ettikçe, hareketin aşk ve hararet potansiyeli de artmaktadır.
Milliyetçilik duygularının tipik bir özelliği vardır: Tehlike ile karşılaşmadıkça kendini fazla hissettirmez. Milliyetçilik duygusu, tehlike olmadığı zamanlarda «kovanındaki barut kadar» sessiz ve uysaldır. Fakat ona ateşle veya darbe ile yaklaştınız mı, size mahiyetini ve kudretini gösterir. Bu durum pek çok milliyetçilik düşmanı «beynelmilelci» gafillerin ve bölücü millet düşmanlarının feci şekilde yanılmasına sebep olmuştur. Birçokları, sahipsiz bir arsada buldukları bombayı, oyuncak sanarak taşla, keserle kurcalarken patlamasına sebep olmakla kalmayıp ne olup gittiğini anlamadan mahvolup giden kimseler gibi helak olmuşlardır.
Milliyetçilik, tarihin en büyük gerçeğidir, çağımızın en güçlü hareketidir. Miliyetçilerin ıstıraba ve çileye duçar olduğu «dönemler», devlet ve millet düşmanlarına felâket, dostarına ise saadet getirmeye vesile olmuştur. «3 Mayıs Türkçüler Bayramı» bu demektir.

SOSYAL SINIFLAR VE «MİLLET» GERÇEĞİ
Biz, bir milletin içinde, mevcut olan ve olabilecek ferdi ve zümrevî menfaatleri ve bunların zaman zaman çatışmalarını asla inkâr ve ihmal etmiyoruz.
Bununla birlikte, bir milletin ortak menfaatleri de vardır. Bunlar, bütün fert ve zümreleri ilgilendirecek niteliktedir. Bu tipteki millî menfaatler, «millî iç ve dış meseleler» adı altında toplanabilir.
Kendi menfaatini, milletin menfaati içinde bulamayan fert ve zümreler, ister istemez o milletin kaderini paylaşamıyacaklarından «millete yabancılaşmış» olarak telâkki edilmelidirler. Milletimiz zarar ederken «kâr edenler» veya «menfaat umanlar» bizden değildirler. Yüce Peygamberimiz (O’na selâm olsun) «bizi aldatanlar bizden değildir» diye buyurmuşlardır. Milletimizin aleyhine gelişen durumlar, eğer bizim ferdî ve zümrevî «çıkarlarımızı» zedelemiyorsa, biz, o milletin dışında kalmışız demektir. Üstelik, milletimizi zarara sokan oyunlar, dış düşmanlarımız tarafından organize ediliyorsa, bu durum ferdi ve zümrevî kâr sağlıyorsa, biz yalnız milletimizin dışında kalmayız, düşman milletlere de hizmet etmiş oluruz.
Türk – İslâm Ülkücüsü için, Türk devlet ve milletinin uğrayacağı bir zarar, bizzat kendi zararıdır. Türk milliyetçisi, kendi milletinin ve devletin menfaatlerini kendi menfaatlerinden ayıramaz ve ondan çok daha üstün tutar. Millî menfaatler, her zaman ferdî ve zümrevî menfaatlerin üstünde tutulmalıdır. Aksi halde ferdî ve zümrevî «egoizm» şımarır, cemiyet çözülür, devlet ve millet iç çatışmalara düşerek za’fa uğrar, bu durum bütün fert ve zümrelerin zarara uğramasına yol acar.
Sosyolojinin tesbitlerine göre, çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik sebeplerle, bir milletin yapısında sosyal tabakalar, dilimler teşekkül eder. Bu durumun tarih içindeki ve günümüzdeki gelişimi ayrı bir inceleme konusudur. Çeşitli dinamiklerle, insan gruplarında «ufki» (yatay) ve «şakuli» (dikey) bir «sosyal hareketlilik» (mobilite sociale) müşahade edilir. Değişik zaman ve mekânlarda farklı görünüşlerde olmasına rağmen, bu durum her insan grubu için zarurîdir. Günümüzde gittikçe karmaşık bir durum ve biçim kazanan bu sosyal realite sosyologlar ve devlet adamları için önemli bir inceleme ve ilgi alanıdır
«Sosyal sınıflar» yahut «sosyal dilimler», bir milletin sosyal ve ekonomik organizasyonunun bir ifadesi olarak — millî bir yapı içinde — manâlıdırlar. Bir milletle bütünleşemeyen ferdi ve zümrevî menfaatlerin «beynelmilelleşme» (İnternationalise) iddiası saçmadır. Türk çiftçisi, Türk işçisi, Türk esnafı, Türk bürokratı, Türk teknotratı ve Türk işvereni, milletimizin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısı içinde biribirini tamamlayan birimlerdir. Bunlar, bir arada Türk milletini ve Türk devletini «milli bağımsızlık şuuru» içinde teşkil ederler. Yeryüzünde çiftçilerin, esnafın, bürokratın, teknotratın ve işverenlerin ayrı ayrı devletler kurmasını düşünmek saçma ise, «bir dünya işçi devleti» kurmak iddiası da o kadar saçmadır ve komiktir.. Tarih, millet şuurunu reddeden her hareketin başarısızlığa uğradığını kâfi miktarda isbatlamıştır. Bugün yeryüzünden bir işçi devleti yoktur, bu maske ile çalışan «kızıl emperyalist» milletler vardır.

SINIF ŞUURU VE MİLLÎ ŞUUR
Bir milletin ve devletin gücü, «milli şuurun» uyanıklığı ölçüsünde artar, bu şuurun zayıflaması oranında azalır. Biz, Türk milliyetçileri olarak «şahsiyetlerin varlık şuurlarını inkâr etmediğimiz gibi, «sosyal tabakaların», «sosyal dilimlerin»« ve «sosyal sınıfların» dayanışma, istek ve şuurlarını da inkâr ve ihmal etmeyiz. Zaten, tabiatı itibarı ile tarih içinde, «nisbeten kapalı gruplar« durumunda müşahade ettiğimiz sosyal tabakalaşmaların, birbirinden kopmalarını ve birbirlerine «hasım» olmalarını dileyen «akımlara» da yakınlık duyamayız. Bize düşen iş, çeşitli zaruretlerle meydana gelen bu tabakalaşmalar arasında «yakınlık» duygularını arttırmak, münasebetlerini sıklaştırmak, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik denge ve adalet sağlayarak çatışmaları«dayanışma ve işbirliği»haline dönüştürmektir.
Bize göre, «millî şuur», bütün fert, zümre, tabaka ve sınıfları birbirine bağlayan harçtır. Bu harcın kuvveti oranında fertler, zümreler, tabakalar ve sınıflar «millî huzur ve refahtan» pay alırlar. Bu harcın zayıfladığı milletlerde ve devletlerde grup çözülür, egoizm artar, sosyal yalnızlıklar ve adaletsizlikler çoğalır. Millet, «düşman kamplara» bölünür ve «millî devlet» zayıflar.
Bir ülkede «millî şuuru» zayıflatarak «sınıf şuurunu» kışkırtmak isteyenler, bilerek veya bilmeyerek, milletin çözülmesine yardım etmektedirler. Sosyal adalet ve sosyal güvenlik istemek; nerden gelirse gelsin zulüm, haksızlık ve ahlâksızlıkların ortadan kalkmasını istemek ve bunun için teşkilâtlanmak başka şeydir. «Millî şuuru» red ederek, onun yerine «sınıflar şuurunu» kışkırtmak, devleti «zulüm aracı» ilân ederek «devletsiz cemiyet» ütopyası ile «anarşiyi» desteklemek, «millî devlet», millî dayanışma» fikrini yıkarak «internationalisme» havariliği yapmak yine başka şeydir.
Milletlerarası savaşta, milletlerin dışa dönük «çatışmalarını», iç çatışmalarla bertaraf etmek, «rakip millet ve devleti» iç savaşlara sürükleyerek zayıf düşürmek usulü eskiden beri bilinmekle beraber, günümüzün şartları bu tip mücadeleye daha fazla ağırlık verilmesi yolunu açmıştır. Bilhassa süper devletler veya «Uluslararası şirketler», beşinci kol faaliyetleri ile «millî devletleri» iç savaşlarla parçalamak konusunda hayli başarılı olmaktadırlar. Bir milletin «tarihî düşmanları», çeşitli tertip ve propagandalarla kendilerini «dost» göstermeye çalışırken «millet çocuklarını» birbirine «düşman» ilân edebilirler.
Kısaca milletlerarası savaş, kendini «sınıflar arası savaşlar» ile gizlemeye çalışabilir ve çalışmaktadır. Ülkemizdeki oyunlarda bundan başkası değildir. Kızıl ve kara süper-devletler, bilhassa fukara ülkelerde bu oyunu çok «trajik» bir biçimde tezgahlamaktadırlar. Böylece kapitalist ve komünist emperyalistler, kaç millî devleti «kuzey-güney», yahut «doğu-batı» diye parçalayarak aralarında paylaştılar? Şöyle bir dünya haritasına bakmak, faciayı görmeye yeter. Kore, Vietnam, Türkistan, Yemen, Etiopya, Lübnan… gibi devletlere yenilerini eklemek isteyen kahpe oyunları artık görmek gerekir.
Bütün bir milleti «Türk-islâm Ülküsü» etrafında toplayarak «çağların üstünden aşarak» büyük Türkiye’yi kurma dâvasına destek olmanın tam zamanıdır.

SAVAŞ VE MÎLLETLER
Biz, Türk milliyetççileri oiarak, barışı seviyoruz, istiyoruz ve bütün gönlümüzle özlüyoruz. Ancak, esefle belirtelim ki, tarih ve içinde yaşadığımız zaman, bize gösteriyor ki, savaş, inkâr edilmesi mümkün olmayan ve ona hazır olmayanları kahredecek bir tarzda daima mevcut olmuştur.
Savaş aleyhine nutuklar çeken, kitaplar, romanlar yazan, filtmler hazırlayan, en kudretli silâhlara ve ordulara sahip olmak için yine milyarlar harcandığını müşahede ediyoruz. Dikkat ediniz «yumuşama«dan, «barış» tan, «silâhların sınırlandırılmasından» en çok söz eden ülkeler, dünyayı bir anda berhava edecek korkunç silâhlara sahip bulunuyorlar. Üstelik bu silâhlanma yarışını sürdürmeye devam ederek daha korkunç ve daha «etkili» olanlarını keşfetmek için milyarlara milyarlar katmaktadırlar.
Bunun yanında savaşlar sayı ve nitelik itibari ile çoğalmakla kalmayıp gittikçe daha vahim ve dehşet verici bir hüviyet kazanmaktadır. 20. asır maalesef «cihan harbleri» yapmayı öğretti. Kanlı «bloklaşma» hareketleri bütün dünyayı içine aldı. Böylece süper-güçler doğdu. Bu güçler bir diğerinden korktuğu için saldırı biçim ve taktikleri değişti. Ham madde pazarı durumunda bulunan ve mamul maddelere muhtaç fukara ülkeler, «kara» ve «kızıl» emperyalizmin oyunları ile «iç savaşlara» sürüklenir oldu. Kapitalizm «uluslarası şirketler», komünizm ise «sınıf savaşları» vasıtası ile fukara ve muhtaç ülkeleri sömürmenin veya paylaşmanın yolunu buldular. Istırapla belirtelim ki, bu tip savaşlarda Türk ve İslâm dünyasının üçte ikisi ve bütün Afrika yenik düştü.
Biz, bir millet olarak, bu sahne karşısında üzülüyor ve barışı özlüyoruz, onun tesisi için çalışıyoruz. Bugün soydaşlarının ve dindaşlarının yarısından fazlası esir ve sömürge hayatı yaşayan, daha dün, vatanı istilâ edilmiş, milyonlarca insanı öldürülmüş ve kendi yurdunda «İstiklâl Savaşı» vermek zorunda kalmış, bu uğurda ırmaklar gibi kan, bulutlar, gibi göz yaşı akıtmış ve halen de açık ve gizli tertiplerle devleti ve milleti tehlikeye itilen bir millet olarak «savaşın» inkâr edilemez bir gerçek olduğunu ister istemez biliyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki, savaş bir varolma kanunudur. Sun’i bir şey değildir. Tabiatın bağrında var… Savaşı kelebekler ve güvercinler bile yapıyor. Barış güzel şeydir, ama savaşın gerçekliğini inkâr etmeye yetmez. Barış devrelerini bile «nitelik değiştirmiş savaş dönemleri» olarak değerlendirenlere hak vermemek mümkün değildir. Bu sebepten, insanlık dünyasını paylaşmaya çalışan ve paylaşan süper devletlerin «barış ve yumuşama» sloganlarına inanılamaz.
Savaş, ayrı milletler durumunda oluşumuzdan doğmaz, aksine savaşın doğurduğu tehlikelerden milletler halinde teşkilâtlanarak korunuruz. Güçlü bir millet olamazsak «güçlü milletlere» yem olacağımızı biliriz. Savaş yok edilecekse, bu, milletleri yok etmek biçiminde gerçekleşemez, bunun yolu, milletlere saygı olmalıdır. Milletleri yok etmenin adı «barış» değil, ancak «savaş» olabilir.
Unutmayalım, savaşın da, barışın da hem «şereflisi» hem «şerefsizi» vardır. Türk milliyetçileri, şerefli barışları ve savaşları hem yapar, hem alkışlar.

İSLÂMİYET VE MİLLETLER
İslâmiyet, üniversel (âlemşümul) bir davettir. Irkları ve milletleri hem kabul ve tasdik eder, hem de «İslâm kardeşliği şuuru» içinde işbirliği yapmaya çağırır.
İslâm kardeşliği, milleti yok etmeye çalışan komünist ve masonik beynelmilelciliğe (internationalisme’e) asla benzemez ve benzetilemez. İslâmiyet, komünistlik ve masonluk gibi milliyetleri ve ırkları inkâr ederek kozmopolit bir dünya kurmak dâvası peşinde değildir. Yüce ve mukaddes kitabımıza göre, insanlar, Âdemoğulları olarak aynı kökten gelmiş olmakla beraber, çeşitli millî ve ırkî şubeler ve dallara bölünmüşlerdir. Bu durum, ilâhî bir irâde olup inkâr ve ihmal edilmesi mümkün olmayan biyolojik, psikolojik, ekonomik, sosyolojik ve politik bir vakıadır.
Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri o kadar açıktır ki, «Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasanız diye, sizi şubelere (ırklara, milletlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah yanında en şerefli takvada en ileri olanınızdır.» Hucurat Sûresi, âyet: 13).
Yine, «O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun âyetlerindendir. Hakikat, bunlarda bilenler için elbette ibretler vardır.» (Er-Rûm Sûresi, âyet: 22).
Bu âyet-i kerime mealleri, hiçbir tevile meydan bırakmadan, dinimizin ırklar ve milletler karşısındaki tavrını ortaya koyar. Öte yandan, yüce Peygamberimizin (O’na selâm olsun): «kişi kavmini sevmekle kınanamaz» ve «kavmin efendisi hizmet edendir» tarzında ifade buyurdukları meşhur hadîsleri,, konuyu daha da aydınlığa çıkarmaktadır. «İslâm sosyolojisinde», milletler ve ırklar, insanlık kadar gerçektirler ve ancak bunların «şerefi», Allah yolunda gösterecekleri hizmet ölçüsünde değişir, islâm’a göre «şeref», et ve kemikte değil, renk ve biçimde değil, ancak «takvada en ileri olmak»tadır. Bize göre, sarı saçlı bir Alman ile kıvırcık saçlı kara derili bir zenci, «insan olmak haysiyeti» itibarı ile eşittirler. Yine, «beyaz insan» ile «zenci», İslâm olmakla şereflenmişlerse, «din kardeşi» olurlar, manevî rütbe ile şerefleri, bu imanın gerektirdiği aşk, ahlâk ve aksiyon oranında değişir. Bu fazilet yarışında, ileride olmak ise bir renk ve kafatası meselesi değildir. Yüce peygamberimiz, takva yarışına katılmayıp faziletlerle değil «et ve kemik» üstünlüğü, «renk ve kafatası biçiminde şeref» iddia ederek, «cahiliye devri âdetlerine saparak» kavmiyetçilik yapmayı men etmişlerdir.
Yüce Peygamberimiz, insanların, «kavmiyet» adları ile çağırılmalarını sevdiklerini bildikleri için, kendisine «sahabî» olmak şerefine ulaşan başka kavimlerin çocuklarını, bir taraftan «islâm kardeşliği şuuru» ile mukaddes bağırlarına basarlarken, diğer taraftan da «Bilâl El-Habeşî», «Selman El-Fa-risî», «Süheyl El-Rumî»… olarak çağırırlardı. İslâm tarihindeki bu gelenek, hâlâ devam etmektedir.
Evet, İslâmiyet, millî hüviyetimizi koruyarak, bizi âlem-şumul bir davetle bağrına basarak her iki dünyada mutlu kılmak istemektedir: BARIŞ BUDUR.

TOPLUMLARIN ÇÖZÜLMESİ
Birçok sosyolog, insan gruplarının, eski mütecanis (homogene) karakterini kaybetmekte olduğunu, zaman içinde «farklılaşmaların» arttığını, bilhassa son iki yüzyıl içinde ise bu gidişin hız kazandığını belirtiyorlar. Bu tarzda düşünen sosyologlar arasında E. Durkheim, L Bruhi ve F. Tönnies sayılabilir.
Bu sosyologların, Türk – İslâm Ülküsü açısından tenkid edilebilecek pek çok görüşleri bulunmakla beraber biz de çeşitli sebeplerle toplumların «gittikçe çözülmekte» olduklarını müşahede etmekteyiz.
Gerçekten de, insanlar arasındaki farklar, insan gruplar kalabalıklaşıp büyüdükçe, sosyal etkileşim (interaction) çoğaldıkça, iş ve meslekler çeşitlendikçe artmaktadır. Bu durum toplumlarda iki yönlü bir gelişmeye sebep olmaktadır. Bunlardan birincisi ferdiyetçiliğin (individualisme)ın güçlenmesi, ikincisi de «sendikalizmin» doğmasıdır.
Büyük sanayinin doğması ile artan «kentleşme» hızı, ilmin ve teknolojinin gelişmesi ve çoğalan sosyal temaslar, eğitimin yaygınlaşması», büyüyen ve devleşen insan gruplarında «sosyal kontrolün» zayıflaması, ailelerin küçülmesi, geleneğe boğlı dayanışmanın eski gücünü kaybetmesi, insan gruplarında «sosyal yalnızlaşmaya» yol açtı. İnsanlar, kalabalıkların içinde «yalnız» kalmanın ruh haline kapıldılar. «Gemisini kurtaran kaptan» havasında herkes kendini, kendi menfaatini kollar duruma geldi. Toplumla bağları gevşeyen kişilerde egoizmin ve güvensizliğin arttığını herkes bilir. Fert, kendini himâye edemeyen «cemiyete» önceleri küser, sonra ona isyan ederek «kendi bildiği gibi» yaşamaya ve hareket etmeye yönelir. Bu isyanını da «özgürlük» çığlıkları ile maskeler. Oysa, fert, topluma’ isyan çığlıkları bastığı bu anda topluma ne kadar muhtaçtır.
Çağımızın gerçek gidişi ve akımı «ferdiyetçiliktir, yani toplumların çözülmesidir. «Toplumcu» akımlar ise, bu çözülme ve fertleşme eğilimlerine karşı bir «tepki» (reaction) olarak doğmuştur. Sürüye, isyanı emreden Nietzsche (Nice)ci akımın, ferdiyetçiliği, «anarşizme» vardıracak ölçüde güçlendirmesi, hürriyetçi (liberal) akımın sosyal bütünlüğü tehlikeye sokacak bir biçimde ortaya çıkışı toplumların, kendilerini korumak endişesi ile «toplumcu akımlara» sarılması neticesini doğurmuş ve sosyolog Sombart’ın tesbitlerine göre yüzden fazla «sosyalist» anlayış biçimi ortaya konmuştur:
Bu «toplumcu akımların», farklılaşmaları ortadan kaldırarak fertleri toplumdan kopardığı, alternatifleri ifade eden «hürriyet»leri yok ederek, «komünal ve sınıf diktatoryasını» esas alan «bir yönetime» dönüşeceğini sanmak «tarihin ters çevrilmesi» kadar imkânsızdır. Ancak, «toplumcu akımların güçlenmesi» toplumu çözmeye götüren «ferdiyetçi gidişe» yeni bir denge ve düzen getirebilecek niteliktedir.
Nitekim, sosyal yalnızlıklara ve güvensizliklere maruz kalan fert ve gruplar, yeniden teşkilâtlanma ihtiyacı ile bir araya gelmeye, bu suretle bir güç olmaya ve birbirlerinde «güven» bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu teşkilâtlanmalar, maddî olmak kadar bir iman, ahlâk ve ülkü bütünleşmesine dönmedikçe başarılı olamazlar.
Nitekim, sosyal yalnızlıklara ve güvensizliklere maruz kalan fert ve gruplar, yeniden teşkilâtlanma ihtiyacı ile bir araya gelmeye, bu suretle bir güç olmaya ve birbirlerinde «güven» bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu teşkilâtlanmalar, maddî olmak kadar bir iman, ahlâk ve ülkü bütünleşmesine dönmedikçe başarılı olamazlar.

SOSYAL ORGANİZASYON
Aşırı hürriyetçilik eğilimleri, ister istemez «ferdiyetçiliği» kışkırtmıştır, «Liberal» düşünceler ve akımlar, gittikçe (‘toplumun çözülmesi» neticesini vermiş ve bu durum, bütün dünyada, reaksiyon olarak çeşitli renkte «toplumcu» akımların doğmasına vesile olmuştur. Bu toplumcu akımlar, dinî, millî, ırkçı, sınıfçı, maneviyatçı, maddeci, radikal demokratik… olma iddası altında değişik gruplarda değişik biçimlerde ortaya konmuştur.
Hürriyetçilik, «şahsiyetlerin» doğup güçlenmesi için ne kadar zaruri ise, toplumların çözülüp dağılmasına vesile olacak ölçüde «istismar» edilmesi de o kadar büyük tehlikedir. Sosyal kontrolün zayıfladığı, sosyal normların» geçersiz kaldığı bir vasatta, devleti idare edenlerin işleri güçleşir, polis ve jandarmanın işi çoğalır. Sosyal yalnızlıklar ve güvensizlikler içinde bunalan fert ve zümreler artar.
Sosyal bağların zayıflaması, ferdî iştihaları kamçılamakta, yalnızlık korkusu ve güvensizlik duygusu fertteki «ego»yu kışkırtmakta, hırslar ve başıboş kalmakta, zayıf ve güçsüzler ezilmek tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir.
Bu durumda tehlike ile karşılaşan fert ve gruplar, başlarının çaresini ararken «geleneğe» bağlı dayanışmadan» boşalan sahada, yeni güvenlik» kurumları, dernekler, birlikler, sendikalar, partiler, kooperatifler, şirketler, açık veya gizli teşkilâtlar belirlemeye başlar. Birçok fert ve grup «can havliyle» bu teşkilâtlara kapılanır. Bazıları da zorlanır. Böylece, istesin veya istemesin bir teşkilâta katılan fert ve zümreler, güçleri oranında «üyelerine» menfaat, güvenlik ve refah temin etmeye yönelirler. Bu suretle güçlenenlerin «baskı grupları» meydana getirerek toplumdan bazı «imtiyazlar» koparmayı başardıkları halde, böyle bir varlık gösteremeyenler ise ezilmekte ve sızlanmaktadırlar.
Büyüyen ve sanayileşen ülkelerde, bu problem her geçen gün biraz daha da artmaktadır. İnsanların sırf maddî «çıkarlar» için elele verip, kendi zümre ve grubu için «imtiyazlar koparması» ile doğacak bir toplumda huzur bulunabilir mi? Milletin tamamına yönelmeyen, sadece «güçlü baskı gruplarına» imtiyaz tanıyan bir ülkede mutluluk doğabilir mi? «Sınıf
diktartoryası» ile hangi demokrasiyi, hangi hak ve adaleti temin edebilirsiniz?
E. Durkheim Meslek Ahlâkı adlı kitabında, sırf maddî menfaat bağları üzerine kurulu ve sınıf çatışmalarını esas alan bir sanayi toplumunda huzur aramanın beyhude olduğunu şöyle anlatır: «insanlar arasında, barış ve düzen, tamamı ile maddî illet (sebep)lerden, hattâ pek ileri de olsa, kör bir mihanikiyetten otomatik bir şekilde doğamaz. Bu bir ahlâk işidir».
«içtimaî bir müessese, bir ahlâk disiplini olmadan yaşayamaz. Çünkü böyle olmazsa, ortada ancak birbiri ile çarpışan fert iştihaları kalacaktır. Tabiî olarak da, sonu gelmeyen, bu doymak bilmez iştihaları düzene sokan birşey bulunmaz ise kendiliklerinden (disipline) girecek değillerdir.» (Bkz. E. Durkheim, Meslek Ahlâkı, (M. Karasan) sf: 20-21).
Türk – islâm Ülküsü sadece bir sınıf ve zümrenin değil, bir milletin, Türklük şuur ve vakarı ile İslâm iman, ahlâk, aşk ve aksiyonu ile teşkilâtlanması demektir. Bütün bir millet için huzur, güven adalet ve refah temin etmektir.

SINIF EGOİZMİ VE MİLLETLE BÜTÜNLEŞME
Çağımızda, bihassa büyük sanayi inkılâbına paralel olarak «toplumda» bir çözülmenin müşahede edildiğini ve yeni bir «sosyal organizasyon» ihtiyacı içinde fert ve grupların harekete geçtiğini belirtmiştik. Ayrıca, bir ahlâk ve disiplinden mahrum kalan bu «arayış dönemi»nin doğuracağı tehlikeleri de ortaya koymuştur. Organizasyon ihtiyacının şiddetli sınıf kavgalarına zümre egoizmine dönüşmesi yanında, ezilen, zulme uğrayan kitlelerin anarşiye düşeceğini belirtmiştik.
Bu duruma düşen toplumların, «millî şuur ve ahlâk» açısından kontrol ve disipline ihtiyacı vardır. Devlet, gidişe müdahale ederek, milletin yeni ihtiyaçlar içinde millî ve çağdaş verilere göre «reorganize» olmasını, millî iradeye ve yapıya ters düşmeden temin etmelidir. Aksi halde, toplum başıboş bırakılır, iş oluruna terk edilirse, bunalım büyümekle, kalmaz, iç ve dış istismarlarla kangrene dönüşür. Milli varlık ve bütünlük «sınıf egoizmleri» ile tehlikeye atılmış olur.
Bunun için, «millî devlet» idealine bağlı, Türk milletini bir bütün kabul eden, mazlumu, ezilmişi ve mağduru, tutan, zalimi ezen ve haksızlık yapanı acımadan cezalandıran «ülkücü kadrolara» ihtiyaç vardır. Kim olursa olsun, hangi sınıf ve zümreyi temsil ederse etsin, kendi ferdî veya zümrevî menfaatlerini «milletin» menfaatlerinden ayrı ve önde tutan kimseler ya ferdî veya zümrevî bir «egoizmi» temsil etmektedirler. Yüce Peygamberimiz (O’na selâm olsun). Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir hadîslerinde: «Cemaatten bir karış ayrılan, İslâm gerdanlığını boynundan çıkarmıştır» diye buyurmuşlardır. (Bkz. Tarîk-un Necat, H.M. Hasan Serhendî (A.F. Meyan) Sf: 65)
Elbette meslekî kuruluşlara ve çeşitli sendikalara ihtiyaç vardır. Benzer iş faaliyetlerinde bulunmak, benzer problemlere sahip olmak, insanlar arasında sosyal ve psikolojik yakınlaşmalar doğurur. Bu yakınlık duyguları ekonomik bağlarla da birleşerek meslek teşekküllerinin ve sendikaların doğmasına, gelişip güçlenmesine sebep olur. Bu, sadece günümüze ait bir vakıa değildir. Tarihimizde «esnafın» kurduğu loncalar da böyle bir ihtiyacın ifadesidir. Ancak, Türk – İslâm kültür ve medeniyetinden kaynaklanan bu «esnaf teşkilâtımız» asla bir sınıf ve zümre «egoizmini» temsil etmez, bir sosyal ve ekonomik dayanışma müessesesi olduğu kadar, dinî, ahlâkî bir «oto-kontrol» vazifesi yapan ve eğitime değer veren teşkilâtlardı. Aynı vazifeyi yapan diğer «esnaf teşkilatları» ile çatışma içinde değil, işbirliği ve dayanışma ruhu içinde hareket ederdi.
Batı’da sendikaiar, bilhassa kapitalizmin istismarı karşısında haklı bir reaksiyon olarak doğmuşlardır. Batı dünyasında «sendika», istismara karşı kan ve göz yaşı ile kurulu olduğundan, öfkelidir.. 18. ve 19, yüzyılın «sömürücülerine» karşı duyduğu bu öfke, bugün de devam etmekle birlikte, şiddetinden hayli kaybetmişe benzer. Gerçi komünistler, bu öfkenin yatışmasını asla istemezler.

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL