Vur, fakat dinle!

Devşirme sistemi, Türklüğe ihanetin adı olabilir mi?.. Tarihçilerin kayıtlarına göre, Osmanlı devletinde görülen, adına da yaya ve müsellem denilen piyade ve süvari birlikleri, genişleyen fütuhat faaliyetlerinde yeterli olmamaya başladı ve..

Vur, fakat dinle!

Devşirme sistemi, Türklüğe ihanetin adı olabilir mi?..

Tarihçilerin kayıtlarına göre, Osmanlı devletinde görülen, adına da yaya ve müsellem denilen piyade ve süvari birlikleri, genişleyen fütuhat faaliyetlerinde yeterli olmamaya başladı ve yeni birliklere ihtiyaç hissedildi. Bu ihtiyaçtan hareketle savaşlarda elde edilen esirlerin durumu müsait olanlarından pençik oğlanı adı altında faydalanılmaya başlandı. I. Muraddöneminde bunlara bir takım esaslar getirilerek düzenli bir ocak haline gelmeleri için önemli adımlar atıldı. Gelibolu’da bir ocak kurularak kapıkulu denilen askeri ocakların temeli oluşturuldu.

Ordunun çekirdeği

II. Murad döneminde ise teşkilat kanunlarında bir adım daha ileri gidilerek, sadece savaş meydanlarında elde edilen esirlerden değil, aynı zamanda Osmanlı tabiiyeti altında bulunan Hristiyan çocuklarından da seçme yapılarak ocaklara insan kaynağı temini yoluna gidildi. Ayrıca buna münhasır bir devşirme kanunu çıkarıldı. Şimdi bu kanuna uygun olarak toplanan yüzlerce genç çocuk, devlet merkezine getiriliyor ve belirlenen prensipler dahilinde yetiştirilmeye başlanıyordu.

II. Murad Han asker yetiştirmek maksadıyla harekete geçti. Padişahın saray hizmetlerini yürütecek seçkin bir sınıf oluşturmak üzere Enderun Mektebini kurdu. Ancak bu mektep esas kimliğine Fatih Sultan Mehmed döneminde erişti. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı’nın inşasına kadar eski sarayda ikamet etti. Yeni Saray tamamlanınca Enderun ağalarının bir kısmı ile buraya taşındı, bir kısmı da Eski Saray’da bırakılmıştı.

Edirne’deki saray ve Eski Saray bir mektep haline getirilerek Topkapı Sarayı’ndaki birimlere adam yetiştirilme yeri olarak kullanılmaya devam etti.

Enderun-ı Hümayun mektebine dönemin önde gelen ilim adamları eğitimci olarak tayin edilmişti. Fatih Sultan Mehmed ilim ve fen tahsili yaptırmak üzere birçok bilim adamını sarayına topladı. Bunlar gerek sarayda, gerek taşrada geleceğin idarecilerini yetiştirmek üzere seferber oldular.

Neticede Muradı Hüdavendigar’ın son dönemlerinde Osmanlı ordusunun çekirdeğini devşirme yeniçeri askeri teşkil ederken özellikle Fatih’in iktidara geçmesiyle birlikte idarede de devşirme devlet adamları söz sahibi olmaya başladılar. Yaklaşık üç asır boyunca bu uygulama devam etti. Özellikle XVI. yüzyıl sonlarından itibaren devşirme kanununda ortaya çıkan bozukluklar bilhassa Yeniçeri ocağı olmak üzere Osmanlı askeri düzeninde aksaklıklara yol açmaya başladı. IV. Murad Han devrinde ıslah çalışmaları yapıldıysa da yüzyılın sonundan itibaren devşirme sistemi yavaş yavaş terk edildi.

Türk’e ait bir sistem

Pençik oğlanları, devşirme kanunu, yeniçeri ordusu, içoğlanları, Enderun Mektebi ve devşirme devlet adamları Osmanlı tarihinde önemli bir safha teşkil eder. Tarihin bu çağına seyahat edenler büyük bir ikilemin içerisinde kalırlar. Zira çeşitli iddialarla devşirme sisteminin Osmanlı devletine fayda yerine zarar verdiği ısrarla savunulmaktadır.

Devşirme sisteminin, evladı ailesinden hoyratça koparan nice senaryolu anlatımlara konu edilmesinden, bu uygulama ile Türk devlet adamlarına devlet idari kadrolarının kapandığı, Türklerin sadece toprağa bağlı kılındığı, yabancıların bu millet için yeterince gayret göstermesinin mümkün olmadığı, hatta Türk insanını dahi tanıyamayacağı özellikle vurgulanmıştır. Ayrıca çeşitli yeniçeri isyanları ve son dönemlerindeki başıbozukluklar da bu sistemi kötülemekte çok büyük bir malzeme olarak göze çarpmaktadır.

Bu itibarla biz de çeşitli yönleriyle devşirme dünyasına kısa bir gezintide bulunacağız. Belki bu seyahat sistemin anlaşılmasında daha etkili olacaktır.

Yeniçeri ordusunun teşkiline yarayacak devşirme sisteminin banileri Karamanlı Molla Rüstem ile Çandarlı Kara Halil‘dir. Bu iki Türk ilim ve devlet adamı harpte alınan esirlerden beşte birini devlet hesabına ve asker ihtiyacına göre almayı teklif etmişti.

Hukuka uygun

Bundan önce de Rumeli fatihi Süleyman Paşa, harpte alınan esirleri kısa bir müddet terbiyeden sonra iki akçe yevmiye ile orduya katardı. Keza aynı uygulamanın Aydınoğulları tarafından da gerçekleştirildiği biliniyordu (1).

Teklif Murad-ı Hüdavendigar’a iletildiğinde şayet Cenab-ı Hakkın buyruğu veya dine uygun ise alınmasını isteyerek konuyu ulemaya havale etmişti. Dolayısıyla daha başlangıçtan itibaren Osmanlılar, gayrimüslimlerden asker edinmeyi galiplerin istedikleri şekilde bir tasarruf hakkı olarak görmüyor, meselenin hukuki yönünü de değerlendiriyordu (2).

İşte asırlarca devam edecek ve etkileri pek büyük olacak böyle muazzam bir sistemin çekirdeği Mevlânâ Rüstem, Kazasker Hayreddin Paşa ve Sultan Murad-ı Hüdavendigar gibi üç Türk büyüğünün eseri olarak ve bir ihtiyaç dolayısıyla ortaya çıktı. Onlar kurdukları beyliğin üç beş şehirden ibaret bir koloni değil, üç kıtaya yayılacak emsalsiz bir imparatorluk olacağının bilinci içerisinde idiler. Attıktan adımları buna göre atıyor, kurdukları müesseseleri yüz yıl ötesini görerek hayatiyete geçiliyorlardı.

Devşirme sisteminin Türk milletine ve Osmanlı kimliğine mâl edilme meselesini yeni projenin ortaya çıkışında aramak gerekir. Çandarlı Hayreddin Paşa, Murad-ı Hüdavendigâr’ın huzuruna getirilen çocukları işaret ederek, Türk’e verelim, hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler diyordu (3). İşte bu uygulama ile Türk gibi düşünen, aynı ideallerle dolup taşan, Osmanlı devletine gönülden bağlı teknisyen bir kadro ortaya çıktı. Bu gücün, birliğin, ordunun ortaya çıkışında gerçek pay sahibi olanlar, onları üç beş sene evlerinde yetiştiren, Türk kimliğini aşılayan, eğiten Türk aileleri değil midir?

Yüz yılda iki olay

Özellikle I. Kosova savaşından itibaren harp meydanlarında boy göstermeye başlayan yeniçeri neferleri, bunun dışında sadece merkezde yiyip içip yatmadılar. Canları sıkıldıkça devletlü başları istemediler. Padişahları tahtan indirip çıkarmadılar. İmparatorluğun hemen her tarafındaki serhad kalelerinde yine yeniçeri kıtaları vazife yapıyorlardı. İnzibati işlerin yanı sıra ilk iki yüz yıllık devrede hemen her sene sefer-i hümayunlar düzenleniyordu. Bu uzun zaman dilimi içerisinde serkeşlikleri de görülmedi değil…

Ancak bir elin parmaklarını geçmeyen ve bir başkaldırıdan ziyade çeşitli isteklere dayanan yeniçeri huzursuzlukları, kudretli Türk padişahtan tarafından şiddetle bastırıldı.

Nitekim Sultan II. Mehmed’in saltanatının hemen başında çıktığı Karaman seferi dönüşünde, yeniçeriler yol üzerinde saf tutarak; Padişahımızın ilk seferidir, ihsan gerekdiye küstahça bağırmışlardı. Padişah sinirlenmiş, fakat belli etmemişti. Ancak ilk fırsatta divan toplamış, yeniçerileri esaslı bir yoklamaya tabi tutmuş, yeniçeri ağasını dayaktan geçirmiş, hareketin elebaşlarını buldurup şiddetle cezalandırmıştı (4). İşte bu ciddi tutum ve davranış neticesinde yeniçeriler, Fatih’in saltanatının sonuna kadar bir daha en ufak bir kıpırdanışta bulunmadılar. Disipline tam anlamıyla uydular. Hem de yaklaşık 30 sene, karada ve denizde irili ufaklı onaltı Avrupa ülkesiyle görülmemiş bir mücadele dönemi geçilip bir cihan imparatorluğu kurmalarına rağmen.

İkinci olarak yeniçerilerin Şah İsmail üzerine düzenlenen seferde, Yavuz’un otağına ok attıkları ve geri dönmek istedikleri dile getirilir. Evet, olay doğrudur ve yeniçeri birlikleri ancak Yavuz Sultan Selim gibi kudretli, cihangir bir Türk hakanının dirayeti sayesinde Çaldıran sahrasına kadar götürülebilmiştir. Çaldıran seferinde Osmanlı askeri zahire bakımından çok sıkıntı çeker ve en meşakkatli yolculuklarından birini yapar. Düşmanın ortada görünmemesi ve yolculuğun da uzun sürmesi bazı devlet adamları dahil yeniçerileri de dönmeye sevk eden unsurlardan olmuştur (5). Ancak yeniçeri ve devşirmeleri Türk’e düşman, Türk kimliğine uzak tutan yazarlar, Yavuz olayını misal verirken madalyonun arka yüzünü hiç mi düşünmezler.

Batıda Sırbistan’a, Eflak’a, Boğdan’a, Otranto’ya, Belgrad’a, Rodos’a, Molhaç savaşına, Viyana önlerine güle oynaya giden bu askerler, bir Türk ırkı üzerine sevk edildiğinde gayretsizlik gösterirler. Aslında onlar için bu vaka bir övünç vesilesi olmalıydı. Yeniçerilerin isyanıyla gururlanmalıydılar. Peki ya tersi olsaydı ne derlerdi acaba?

Daha sonraki yüzyıllarda artan yeniçeri isyanlarının temel sebebi aslında devşirme sisteminin ve ocağın disiplininin bozulmasına dayanıyordu. Dolayısıyla sistemin gün geçtikçe çöktüğünü gören Osmanlı devlet ve ilim adamları yazdıkları eserlerde bu bozukluklar üzerinde durdular, çareler çözümler sundular. XVIII. asrın ortalarından itibaren ise artık iflah olmaz bu ocağı ortadan kaldırabilmenin yollarını araştırmaya başladılar. Neticede 1826’da yeniçeri ocağı tarihteki yerini alırken insaf sahibi hiç bir kimse bu askerlerin ve devlet adamların 300 yıllık muazzam devirlerini kötülemiyordu. Bunların Osmanlı-Türk kimliğinden şüphelenmiyordu.

İngiliz hezeyanı

Devşirme sisteminin Türk kimliğini yok ettiğini savunanlar sadece burada da duramadılar. İngiliz gizli servisinin, İslamın, milli özellikleri yok edici etkileri şeklinde sunduğu hezeyanları delil göstermek suretiyle Osmanlıların da bundan etkilendiklerini ve doğudaki akrabalarını unuttuklarını iddia ettiler (6). Öncelikle şunu açık bir şekilde ifade etmek gerekir ki Resulullah Efendimiz Arapların arasından çıkmış olmasına rağmen, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmişti. Dolayısıyla O, insanları Arap olmaya değil, Müslüman olmaya davet ediyordu. Bu itibarla İslamiyet dünyanın dört bir yanında her milletten halklar arasında rahatlıkla revaç buldu, yayıldı.

Türkler İslamiyetle tanışmadan evvel Mani, Buda, Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin kıskacı altında bulunuyordu. IV. asrın sonunda Dinyeper ile Aral gölünün doğusundaki Hunlar batıya göç ederek Tuna’yı aşıp Balkanlara girmişlerdi. 434 yılında Attila bu Hun devletinin başına geçince ülke sınırlarını Volga nehrinin doğusundan bugünkü Fransa’ya kadar uzattı. Ancak bu büyük devletin üzerinden yüzyıl dahi geçmeden bırakınız hakimiyet duygularını, milli benlikleri de yok olmuş bulunuyordu. Avarların da aynı akibete uğramasının ardından asıl büyük göçler XI. asrın başından 1070’lere kadar vuku buluyordu. İslam dünyasına girmeyen Peçenek, Uz ve Kumalılardan Tuna’yı aşarak batıya giriş yapanlar 600 binden ziyade olarak rivayet olunuyordu. Özellikle Balkanlar’da bir yüzyıl önemli roller üstlenen bu Türk topluluktan çok geçmeden dağıldılar, slavlaştılar ve eriyip gittiler.

İslâmiyet ve Türkler

taşköprü prizrenOysa meşhur Türk mütefekkir ve sosyoloğuProf. Dr. Erol Güngör‘ün deyimiyle Türkler İslamiyet sayesinde birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk yok gibidir ve Müslüman olunca kendini kaybedip yok olan bir Türk topluluğu da mevcut değildir. Ama Türk soyundan gelmiş birçok topluluklar vardır ki, bunlar İslamdan başka dinlere girmekle hem dillerini hem köklerini unutmuşlar, tamamen karakter değiştirerek kaybolup gitmişlerdir. Tuna Bulgarları bunun tipik bir misali olup Türklükle en ufak bir ilişkileri kalmamıştır (7).

Erol Güngör merhumun bu ifadeleri, aynı zamanda, İslamiyetin milli kimliği yok etmek değil, bilakis korumakta olduğunun da delili gibidir. Zira 400 yıl Osmanlı idaresinde rahat ve huzur içerisinde memnun ve mesut olarak yaşamış onlarca millet, kültür ve kimliklerini hiç bozulmadan muhafaza ettiler, devletimizi yıkmak isteyen dış mihraklar da özellikle bu konumlarından istifade yolunu tuttular. Nitekim başta İngiliz ve Ruslar olmak üzere dış mihrakların tesiriyle XIX. asrın başından itibaren Osmanlı coğrafyasındaki bütün milletler ırkçı ve milliyetçi düşüncelerle bağımsızlık hareketlerine girişmiş bulunuyorlardı. Ancak bu güçlerin maşalarının, mesela Arap alemini Osmanlı Türklerine karşı kışkırtmak isteyenlerin devletimizi ne ile suçladıkları dikkatle incelenirse gerçek niyet ortaya çıkar.

İşte XIX. asırda İslam aleminde önemli siyasi gelişmelere karışmış Afgani ve Abduh‘un Osmanlılar hakkındaki düşünceleri…

Eğer Osmanlı devleti kurulduğunda veya Fatih döneminde yahut Sultan Selim döneminde Arapça’yı İslamın dili olması açısından resmi dil olarak kabul etseydi ve bütün gücüyle Türkleri Araplara yakınlaştırmaya çalışsaydı, karşı konulmaz bir güç, girilemez bir kale ve otoritesi daha yerli yerinde ve köklü olurdu. Ama bu yapılmadı. Hatta daha da ileri gidilerek Arapların Türkleştirilmesi düşünüldü (8)..

İngilizler hesabına çalışmış oldukları kesin bu iki ismin ve yandaşlarının, Arapları Osmanlılara karşı ne şekilde kışkırttıkları meydanda iken Osmanlıların Türk dili ve kimliğine uzak olduklarını savunmak acaba kimin adına çalışmak olur. Bu noktada İngilizlerin, İslam’ın milli özellikleri yok edici safsatası, asırlarca İslam dünyasının liderliğini yapmış Türkleri parçalama ve yok etme planlarının bir parçası olmaktan öteye gidemez.

Sağlam sistem

İlk Müslüman Türk Devleti Karahanlılar’dan başlamak üzere Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlıların sistem olarak farklı da olsa genel manada devşirme birliklerini kullandığı göz önünde tutulursa bu usûl, Türk milletinin yapıcı, üretici, teşkilatçı, faal ve zinde yapısını kesinlikle bozmamış, bilakis artarak yükselmesine sebep olmuştur. Nitekim Osmanlıların, idare ve siyaset hayatının yanı sıra Türk medeniyet eserlerinin ve kültür kıymetlerinin en yüksek numunelerini veren ve yapıcı gücünün zirvesine çıkan muazzam bir devleti kurmuş ve 600 sene yaşatmış olduklarında bütün tarihçiler müttefiktir.

Şayet bu sistem Türk kimliğini bozmuş olsaydı bu güçlü devletlerden biri yıkılırken yerini diğer bir Türk devleti daha güçlü bir şekilde nasıl alabilirdi? Türk kimliği bin sene nasıl devam etti ve günümüze kadar geldi. Her defasında devletin kurucuları neden Türkler oldu? İşte bu sualler bizi gerçek çözümüne ulaştırmaktadır.

İslâm tarihindeki yerini almasıyla birlikte Türkler’in, başta bugünün süper gücü Amerika’nın, Avrupalı devletlerin ve bizim Cumhuriyet idaremizin modern manada uyguladığı vatandaşlık kimliğini asırlarca bilfiil yaşattığı ortaya çıkar. Türkler genetik özellikleri ve üstün hasletleri sebebiyle tüm milletlerin idarelerine olumlu baktığı erişilmez devlet teşekküllerine imzalarını attılar.

Osmanlı Türkleri’nin doğudaki akrabalarını unuttuklarını söylemek ise, -şayet kasıtlı değilse -bu devletin tarihini hiç bilmemek manasına gelir. Böyle bir iddiada bulunabilmek için Osmanlı devletinin doğuş şartlarını, ne yöne doğru genişlediğini, bir imparatorluk haline geldiğinde dünyanın şartlarını ve sonrasını iyi değerlendirmek gerekir. Akabinde Don-Volga kanal projesinin mahiyetini ve bunu baltalayanları, XVIII. asırda Osmanlıların Buhara, Türkistan ve Kazak hanlarıyla münasebetlerini, İran’ın bu ilişkilerin gelişmesini bıçak gibi kesen konumunu, nihayet II. Abdülhamid Han‘ın siyasetini anlamadan tek cümle ile Osmanlı akrabalarını unuttu elemek, çok ağır bir itham gibi görünmektedir.

Medeniyet dili

Türklerin İslam dairesine girişi ile Türk dilinin geri kaldığı ve bir reaya dili haline düştüğü iddiaları yine devşirme sisteminin bir neticesi olarak sunulmakta ve kendi halkına yönetimi layık görmeyen bir devlet, yabancı kültürün istilasına imkan tanımak suretiyle değerlerini tahrip ediyordu denilmektedir (9).

Oysa Türkler İslamiyeti kabul ettikleri sırada, günümüzde İngilizce’nin olduğu gibi, Arapça ve Farsça bir medeniyet dili olarak yaşamaktaydı. Ayrıca Arapça İslamiyetin temel kitabının diliydi. İslamiyeti iyi anlamak, İslam medeniyet hamlelerine hakim olabilmek için bu dili öğrenmek şarttı. İşte bu tesirlerle Selçuklu sarayında, devlet hayatında olduğu kadar ilim ve edebiyat sahasında da Farsça ile Arapça’nın pek mühim etkileri görüldü. Bu dillerde dünyaca meşhur ilim ve fikir adamları yetişirken esas itibariyle Türkler kendi dillerini muhafaza ediyorlardı.

Kaşgarlı Mahmud‘un Divan-ı Lügâtüt-Türk, Yusuf Has Hacib‘in manzum olarak yazdığı Kutadgu Bilig, Hoca Ahmed Yesevi‘nin Divân-ı Hikmet isimli eserleri Türkçe yazılan nadide örneklerdir. Yine edebiyatımızın en yüksek şahsiyetlerinden Yunus Emre,Aşık Paşa, Gülşehri hem Türkçe yazıyor hem de Türkçeyi savunuyorlardı.

Bunun neticesi olarak Osmanlılar döneminde Türkçe devlet dili olarak da hak ettiği yeri alıyordu. Osmanlı devleti bütün resmi yazışmalarını Türkçe olarak yaptı.

Bir devşirme alayı

Son olarak devşirme dünyasına veda etmeden evvel Enderun mekteplerinde yetişip sadrazamlıktan itibaren tüm devlet kadrolarını işgal etmek ve Türk ırkından olanlara bu yolu tıkamakla itham olunan Osmanlı devlet adamlarının kimlikleri üzerinde durmak istiyorum.

Tarihlerimizde Osman Bey‘in can dostu ve silah arkadaşı olarak ün yapan Köse Mihal Bey, bilahare Müslüman olarak hizmete atıldı. Gazi Mihal Bey sadece kendisi ilk dönem fetihlerde rol almakla kalmadı, oğulları ve torunları da ikiyüz yıl uç bölgelerinde bir serdengeçti sıfatıyla hizmet ettiler. Adlarını en meşhur akıncı boyu, Mihaloğulları olarak tarihe kazıdılar. Gazi Mihal Bey’in oğulları Ali, Aziz ve Balta beyler, Aziz beyin oğlu Gazi Mihal, onun oğlu Mehmet Bey ve sonrasında Yahşi, Hızır, Bali, Ali, İskender ve Firuz Beyler asırlarca yaptıkları akınlarda hangi aşk ve idealle çarpışıyorlardı (10).

Fatih’in ilk ve ne yazık ki Türk soyunun son sadrazamı gibi gösterilen Çandarlı Halil Paşaasırların ideali İstanbul’un fethine her fırsatta karşı çıkarken, Rum asıllı Zağanos Paşahemen her harp divanında bu güzide şehrin fethi yönünde ağırlığını koyuyor, baştaAkşemseddin olmak üzere ulemanın desteğini de görüyordu (11).

Yine Rum asıllı olup Fatih döneminde vezir-i azamlık mevkiine kadar çıkan Mahmud Paşa, bu büyük Türk hakanının hemen hemen bütün seferlerine iştirak etti.

Veli lakabıyla anılan Mahmud Paşa alim, fazilet sahibi, tedbirli iyi bir devlet adamı ve muvaffakiyetli bir vezir idi. Başta İstanbul olmak üzere gerek Rumeli gerekse Anadolu’nun bir çok şehrinde mescid, medrese, imaret, han, hamam ve camiler yaptırarak hizmete sundu (12).

Fatih Sultan Mehmed zamanında başarılarıyla şöhret kazanmış değerli devşirme kumandanlarından biri de Sırp asıllı Gedik Ahmed Paşa idi. Sergerde ve dönme gibi lakaplarla yerden yere vurulan bu kudretli kumandan nice başarılarının yanısıra Ceneviz sömürgelerinden Kefe, Sudak ve Azak ile Ege’de Kefalonya, Zanta ve Ayamavra’yı devletine kazandırdı. Yahya Kemal Beyatlı’nın;

Çıktı pür velvele Otranto’ya Ahmed Paşa
Tuğlar varsa gerekdir Kızıl elmaya kadar

ifadeleriyle de ölümsüzleştirdiği, Otranto’nun fethini gerçekleştirdi. Fatih Sultan Mehmed’in ani ölümü ve oğulları Bayezid ile Cem arasındaki saltanat mücadelesi bu değerli komutanın belki de Roma’ya girişini engelliyordu. Aslında o geri dönmeyi kesinlikle istememiş, yeni padişah II. Bayezid’den Otranto kalesini savunan Osmanlı askerine yardım sevkedilmesi ve bölgeye bir donanma gönderilmesi ricalarında bulunmuştu. Ancak Bayezid, Cem olayının büyümesi üzerine onu geri çağırdığından İtalya’nın zaptı yarım kalmış oluyordu (13).

Doğu Bosnalı olduğu tahmin edilen ve Enderun’da yetişen Hadım Sinan Paşa, Yavuz Sultan Selimin fevkalade itimadını kazanmıştı. Ridaniye muharebesinde Çerkesler’in asıl ordu merkezlerine yaptıkları hücumda şehid düştü. Pek çok muvaffakiyetlerde bulunmuş bu cesur ve değerli vezirinin ölümünden çok müteessir olan Sultan Selim; Yusuf aleyhisselam tahtına nail oldum, fakat Sinan gibi sadık ve cesur serdarımdan ayrıldımdiyerek elemini, üzüntüsünü dile getirdi (14).

Rum aslından geldiği belirtilen Pargalı İbrahim Paşa, Kanuni dönemine yakışır bir diplomat, değerli bir devlet adamı idi. Yine Kanuninin son döneminde sadaret mevkiine gelip on beş yıl fasılasız görev yapan Sokollu Mehmed Paşa bir siyaset dehası olarak nam kazanıyor, dünyayı avuçlarının arasında oynatıyordu.

Yüksek devlet şuuru

Yine Enderun’dan yetişme Tiryaki Hasan Paşa, Kanije savunmasıyla meşhur, mücahid Osmanlı-Türk kumandanı bu başarısı sebebiyle Sultan III. Mehmed‘den şu mektubu almıştı:

Berhudar olasın. Sana vezaret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, manen oğullarımdır. Cümlenizi Hak teala hazretlerine ısmarladım.

Padişahın fermanını okuyan Hasan Paşa ağlamış, sebebini soranlara ise:

Kanije müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, padişah mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde öyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, padişah mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum cevabını verdi (15).

Yine Tiryaki Hasan Paşa bir merasim dolayısıyla Kubbealtı’na giderken yoldaki selam taşlarını selamlaması gerekiyordu. Yaşı 80’i bulmuş yaşlı veziri padişah bundan muaf tutmuştu. Koltuğunda iki teşrifatçı ile gelirken paşa selamlamak için duruyor, ancak yanındakiler, padişah sizi muaf tuttu diyerek bırakmıyorlar. Ömrü gazalarda geçmiş gayretli vezir: Bu ne iştir, anane bozulur mu? diye kükrüyor. Yanındakiler aman sus diyerek kendisini güçlükle Kubbealtı‘na sokuyorlar (16).

Celâli belâsı

XVII. asır başları Anadolu halkının Celâli eşkıyalarından bıkıp, usandığı, perişan olduğu bir dönem. Merkeze binlerce şikayetname yağıyor. Bunlar Rum ve Ermenilerin değil. Türk çiftçi ve eşrafının feryatları. Sayıları 30-40 bine ulaşmış celâli grupları Anadolu halkını kasıp kavuruyor (17).

İşte 90’lık vezir Kuyucu Murad Paşa bu Celâli gruplarıyla tam üç yıl (1607-1610) geçeli gündüzlü uğraştı. Dağ ve derelerde at üzerinde yol alırken, kendisini bağlatıyor ve ancak namaz vakitlerinde mola veriyordu. Bazan dinlenme sırasında bir iki saat uyuyan paşayı öldü sanıyorlar. Hatta bir keresinde gasl için su ısıtmaya başlıyorlar. Ancak paşa yine ayağa kalkıyor ve takibe devam ediyor. Celâli eşkıyalarına darbe üstüne darbe indiren kudretli vezir-i azam Anadolu halkına uzun yıllar devam edecek bir nefes aldırıyor.

Kuyucu Murad Paşa’nın, Celâli zorbabaşılarının kalın yazılarla isimleri yazılı 400 bayrağıyla İstanbul’a girişi büyük bir sevince yol açmıştı. Genç padişah I. Ahmed Han huzuruna çıkan ihtiyar sadrazama: Baba Lala! Buyur otur dediğinde; paşa yer öpüp, De’b (kanun) değildir Sultanım. Kul haddini ve vazifesini bilir, diyerek ayakta tekliyor. Padişah güçlükle oturttuktan sonra; Lala! Senden bir ricam var; deyince Kuyucu: Estağfirullah! Padişahların kullarından ricaları olmaz, emriniz Sultanım diyerek boyun büküyor (18).

Bütün bu ifadeler ve daha niceleri din ve devlette yok olmanın kendini Osmanlı-Türk devletinin ideallerine adamanın ve erişilmez bir şuura sahip bulunmanın en parlak numuneleri değil midir?

Evet Enderun, Osmanlı devlet adamlarını, idarecilerini, bürokratlarını yetiştiren bir mektep ve bir ocaktı. Padişahlar buradan süper bir eğitimle çıkış yapmış, İmparatorluğun çeşitli kademelerinde pişmiş tecrübeli insanlara devlet mekanizmasının en üst mevkilerinde rahat bir şekilde görev veriyorlardı. Ancak onlar verilen bu görevin ateşten bir gömlek olduğunu en ufak bir başarısızlığın ve ihmalin neticesinin ne demek olduğunu da gayet iyi biliyorlardı. Öte yandan ocak Türk ırkına devlet kademelerini hiç bir zaman kapamadı. Nitekim Fatih’in son sadrazamı Karamani Mehmed Paşa, II Bayezid devlinde Çandarlı İbrahim Paşa, Yavuz döneminde Piri Mehmed Paşa ve daha sonra çeşitli tarihlerdeLala Mehmed Paşa (1595), Mehmed Paşa (1614), Güzelce Ali Paşa (1683) ve daha niceleri olmak üzere devletin en yüksek mevkiinde görev yaptılar.

Gül dikensiz olmaz

Gerek çeşitli milletlerden alınarak Enderun’da yetiştirilen, gerekse Türk ırkından gelen nice şahsiyetler Osmanlı devletinin devamı ve başarısı için hizmet verdiler, gayret gösterdiler, pek çoğu bu uğurda canlarını feda ettiler. Bunların içerisinde fevkalade kabiliyetlileri olduğu gibi, başarısız ve zayıf karakterlileri de görüldü.

Bu durumu meşhur tarihçilerimizden Mehmed Halife’nin, Tarih-i Gılmani’de içoğlanları anlatırken yapmış olduğu şu değerlendirme bariz bir şekilde ortaya koymaktadır:

Enderun odalarında yetişenlerin hepsinin mükemmel okluğu sanılmasın. Allahın takdiri böyledir. Gül, reyhan, zaymuran, karanfil, sünbül, fesleğen, her türlü yeşillik ve çiçeğin yetiştiği bahçede çerçöp. diken ve türlü önemsiz, değersiz ot ve bitki de yetişir. Sözgelişi bir adamın dört beş evladı olsa içlerinden biri iyi olursa da hepsinin iyi olması pek seyrektir. Nerede kaldı ki dört beş bin adamın hepsi iyi ve hepsi kötü olsun. Nihayet adet böyle yürüyor (19)..

Mehmed Halife’nin yerinde ifadelerinden anlaşılacağı üzere, bir kaç değersiz ot ve diken yüzünden bahçeyi berbat etmek, alt üst etmek gerekmez. İyi uygulayıcıların olmadığı bir zamanda nice güzel çözümlerin ve sistemlerin faide vermediği de gerçektir. 400 sene Osmanlı-Türk devletine idareci yetiştirmiş bir mektebi sırf devşirme aldığı için bütünüyle karalamak insaf ehline, ilmi anlayışa uygun düşmemektedir. Bu ocağın ve mektebin bozulduğu devirden itibaren Osmanlı da kaht-ı rical devresinin başlaması da acaba bir tesadüf müdür.?

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL