Sancaklar

Elazığ Yeniçeri Ocakları Serdengeçti Sancakları Eğitim Doktrin Toplantısı

Yeniçeri Ocakları Serdengeçti Sancakları Elazığ İl Beyliği tarafından Halkın geniş katılımıyla yeniçeri ocaklarının amacı ve gayesi hakkında aylık toplantı gerçekleştirmiştir. Toplantının esas gayesi Üstad Necip Fazılın Dava Anlayışıdır. Elazığ Sancakları..

Elazığ Yeniçeri Ocakları Serdengeçti Sancakları Eğitim Doktrin Toplantısı

Yeniçeri Ocakları Serdengeçti Sancakları Elazığ İl Beyliği tarafından Halkın geniş katılımıyla yeniçeri ocaklarının amacı ve gayesi hakkında aylık toplantı gerçekleştirmiştir. Toplantının esas gayesi Üstad Necip Fazılın Dava Anlayışıdır.

Elazığ Sancakları tarafından düzenlenen toplantıya İl Sancak beyi Sn.Yılmaz Arslan ” Günümüz gençliğiniz eğitilmesi, kendilerine misyon yüklenilmesi, Necip Fazılın yön göstediği dava anlayışına ulaşma gayesi gibi konularında açıklama yapılmıştır.

İslam tarihinde mütefekkirler adıyla maruf bir zümrenin iştihar etmemesi, bir tefekkür problemi değil, tasnif meselesidir. Zira tefekkürü emreden bir Kitabı öncelikli olarak anlamaya memur olan ulema her şeyden önce mütefekkirdir. Lakin “tefekkür” ilme bağlı bir ameliye olduğundan, “mütefekkir” müstakil olarak iştihar etmemiş, tabakâtu’l-ulema ile alakalı eserler aynı zamanda mütefekkirler kadrosu olarak da mülâhaza edilmiştir. İmam-ı A’zam gibi müctehid imamlar ve onların usullerini esas alanların her biri aynı zamanda mütefekkirdir. Kemalpaşazade ve Ebussuud gibi isimler de dünya tefekkür tarihinin çok fevkinde olan mütefekkir âlimlerdir. Lakin âlim olmak hem daha muhît, hem de daha âlî olduğundan onlar “mütefekkir” olarak değil, fakih, müfessir gibi ünvanlarla meşhur oldu. Son yüzyılda ulema halef yetiştiremeden aramızdan ayrıldığından, geride kalan bir kaç âlim de İslam’ın daha çok talim ve irşad boyutuyla iştigal ettiğinden Üstad Necip Fazıl mücerred bir mütefekkir olarak İslam’a yol açtı.

Büyük Doğu

Üstad ne bir müfessir, ne de bir fakihti. Lakin milletin bütün bunlardan mahrum olduğu bir zamanda Mütefekkir kimliğiyle zuhûr etti, iman, ibadet ve ahlak alanına hapsedilen İslam’a yol açtı. Onun eşya ve hadiselere yeniden tatbikinin nasıl olacağını gösterdi. Büyük Doğu üst başlığında Müslümanların bu çağda iman, fikir, hareket, ahlak ve hukuk tasavvurlarının nasıl olacağını telif etti; İdeolocya Örgüsü’nü de buna başyapıt yaptı. Bu milletin çocuklarına yeniden nasıl Ebusssud çapında âlimler olabilecekleri noktasında yol haritası hazırladı.
Üstad, Allah Rasulü’ne ﷺ Çöl Bedevisi denildiği bir zamanda, “Topuğunu bir kerecik öpebilmiş kum tanesi olsaydım.” diyerek Ona ﷺ aidiyetten daha büyük bir şeref tanımadığını ilan etti.

GENÇLİĞE HİTABE

Üstad, 1975’te MTTB gecesinde îrad ettiği “Gençliğe Hitabe” başlıklı konferansında yetişmesinde büyük emek sahibi olduğu Müslüman Gençliğe tarih muhasebesi bağlamında mevcut siyasî, ictimaî, iktisadî, ahlakî krizleri ve onlara karşı mücadelesini, insanlığın hayalini kurduğu cennetin niçin ve neden İslam Nizâmı olduğunu, onu hâkim kılacak kadroların yetişmesi için nelere tahammül ettiğini ve onlardan son talebinin ne olduğunu anlattı. İşte bu yazı o Hitabe’yi şerhe taliptir.

Sonsuza Varmak

“Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
Zaman bendedir ve mekan bana emanettir şuurunda bir gençlik”
Zaman, ezelden gelir ebede gider. Üstad da bu gidişte sonsuz bir teslimiyet içerisinde zamanda sonsuzluğa taliptir. Bütün meselesi, “Sonsuzluğa varmaktır.” Bunun için
“Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, sonsuza varmak.”, der.
Her kelimede fikrinin resmi muhatapları olan Müslüman Gençliğe sonsuzluk yolunun baş kumandanı Allah Rasulü’nün ﷺ ilim, fikir ve dava yolunu anlatır. Abdulhakim Arvasi’ye olan muhabbeti de, kendisini bu Sonsuzluk Yoluyla tanıştırması cihetiyledir.
Üstad, Büyük Doğu’yu, Nebevî buyrukları kayıtsız, şartsız yerine getirmeye memur, “Emir Subayı” olarak telakki eder. Kendinin, Sonsuzluk Kervanındaki yerini kıymetlendirirken ise şöyle der,
“Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!”
Üstad’a göre gerçek hürriyet, istikametleri Cennet olan Sonsuzluk Kervanında olmak ve bunun için yeri geldiğinde bedel ödeyebilmektir.
“Sonsuzluk kervanı, istemem azat!
Köleniz olmakmış gerçek hürriyet.
Ölmezi bulmaksa biricik niyet;
Bastığınız yerde ebedi hasat.
Sonsuzluk kervanı, istemem azat …

İslam İnkılabı’nın Mimarının
Ömrüne Yemin Olsun!

Allah Azze ve Celle Asr Sûresi’ne, Asr’a yemin ederek başlar. Bu kasemin bir manası da 23 yılda Mekke’yi, Medine’yi nefy ve isbat boyutuyla yeniden terkip edip Büyük İslam inkılabının Mimarı Peygamber-i Ekber’in ﷺ ömrüne yemin olsun, şeklindedir. Yeminin insanlığa yönelik mesajı ise, zamanı onun kıymet ölçüsüne göre değerlendirmeyen herkes hüsrandadır/zarardadır. Bunun içindir ki, Müfessir , pazarda buz satan bir adamın “Sermayesi eriyen adama merhamet ediniz/İrhamû men yezûbu re’su malihi” ifadesini duyana kadar Asr Sûresi’nde geçen “hüsran”ı tam olarak anlayamadığını söyler.
Ne var ki, insanın en büyük sermayesi olan ömrü, o doğunca erimeye başlar. Geceler ve gündüzler geride kaldıkça ölüme daha da yaklaşır insan. Lakin dünyadaki cehd-u gayreti rıza-i ilahi için olmaz, sermayesini Ahiret hesabına yatırmazsa saraylar içinde yaşasa da hüsrandadır. Ölürken en büyük acıyı, büyük bir servete sahip olmasına rağmen dünyadan ayrılırken Ahiret hesabına hiçbir şey yatırmadığını görenler yaşayacaktır.

“Zaman Bendedir”

Beşeriyet içerisinde zararda olmayan yegâne cemaat ise zamanı Allah Rasulü’nün ﷺ mücadelesini esas alarak değerlendiren, “İman edip, ameli salih işleyen” müminlerdir.
Gece namazları, ömür sermayesini eritenlerin dünyasında “zaman bendedir” şuuruyla hareket etme ameliyesidir. “Zaman bendedir.” demek anlayışta, anlatışta, oluşta, erişte, kavrayışta, yaşayışta Ahiret’i esas almaktır. “Zaman bendedir.” şuuruna sahip olanların uykusuz gecelerde alınları gibi, ruhları ve fikirleri de terler. Bu yüzdendir ki, istikbal sarayda yaşayan, hikayesi ölümle biten adamda değil, ölümle dirilen, her neyi varsa onu dünyadan Ahiret’e taşıyan mümindedir.

“Mekan Bendedir”

Üstad, Büyük Doğu İslam Davası’nın “Hülâsası” mesabesinde olan “Gençliğe Hitabe”ye “Zaman bendedir ve mekan bana emanettir.” ifadesiyle başlayarak Müslüman Gençliğe Allah’ın Halifeleri olarak, onun arzının varisleri olduklarını hatırlatır ve onları vazifeye davet eder;
“Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!” der.
Üstad, Müslüman Gençliği “Mekan Bendedir.” şuuruyla hareket etmeye ve “Andolsun ki, Tevrât’tan sonra Zebur’da da yazmışızdır ki arza (ancak) salih kullarım mîrasçı olur.” 2 âyeti çerçevesinde yeryüzüne hakim olmaya, bunun için de iman ve ameli salihi3 kendilerine azık edinmeye davet eder.
Yeryüzü, Allah Azze ve Celle’nin mülküdür. İnsan kıymetini Allah’a kul, mekan da Sonsuzluk Kervanına güzergah olunca bulur. Bunun için Üstad Sonsuzluk Kervanında olanlar için “Bastığınız yerleri taş taş öpeyim” der.
Mümin hanlara, hanümanlara yaşam için olması gereken, lakin bir gün enkaza dönecek mekanlar olarak bakar. Bu yüzden imana karargah olan kalbini taşa, toprağa değil, sonsuzluğa gömer,
“Göbeğinde yalancı şehrin sahici belde
Ona sor gidenlerden kalan neymiş elde”
Zaman bir gün yeni bir kıymet ölçüsüne dönüşecek ve her şey yok olacak. “Yok” da yokluğu tadacak. Yoktan var eden Allah Azze ve Celle yokluk gününde, “Bugün saltanat kimin” diye sorunca, yoktan gelen her şey yok olduğundan, cevabı Mülkün sahibi olan Allah Azze ve Celle, “Bir ve Kahhar olan Allah” diye verecek.
Allah Rasulü, ﷺ müslüman nazarında mekanın kıymet derecesini tayin ederken “Dünyada yabancı” ya da “Köprüden geçen biri gibi ol.” buyurdu. Yol, köprü, ev, araba hepsi vasıta… Vasıtaya, vasıta kadar bir kıymet vermeli. Dünyaya ait en sahici fotoğraf ise mezarlıktır. Her şey gibi yollar, yönler, makamlar ve mevkiler de değişir lakin insanın bir gün evinden ya da öldüğü yerden kaldırılıp makbere götürülmesine dair hüküm değişmez. Bu hükmün ön idraki ise, gecenin üçte ikisinden azını ibadetle geçiren Peygamber-i Ekber’in ﷺ zaman telakkisini, yolunun bağlılarından Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin “Bu kadar günahımıza rağmen yeryüzünde yürüyebilmemizden daha büyük keramet mi olur?” sözündeki mekan hassasiyeti bağlamında anlama mesuliyet ve memuriyetidir.

HAKLA BATILIN HESAPLAŞMA ZEMİNİ

Üstad, zamana ve mekana dair İslam’ın kıymet hükmünü belirttikten sonra tarih muhasebesi çerçevesinde zaman ve mekan münasebetini tahlil eder. Bunun için ikinci sahabe devri diyebileceğimiz Devlet-i Aliyye’yi dört devreye ayırarak değerlendirir. İlimde, fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta hayata dair her ne varsa o alanda en büyük olmanın ancak Allah Rasulü’ne ﷺ ittiba ile olacağını, ondan uzaklaşmanın ise milletleri aşağıların en aşağısına savurduğunun misali bağlamında şöyle der;
”Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”
Üstad’a göre tarih, Hak’la Batıl’ın hesaplaşma zeminidir. Bu yüzden Gençliğe Hitabe’de tarih muhasebesini öne alır. Bunu da modern tarih telakkisine hakim olan İlerlemeci Tarih anlayışı çerçevesinde değil, Allah Rasulü’nün ﷺ asrını en muazzez ve müreffeh dönem kabul eden ve insanlığın yitirdiği huzuru ancak o asrın değerlerine döndüğünde kazanacağını söyleyen tarih algısına Dairesel Tarih telakkisi deriz;
Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde!
Üstad’ın bu ifadesine göre bugün Müslümanlar medeniyet yürüyüşünde her ne kadar geride görünse de gerçekte tur farkıyla çok öndedir.

Kur’an-ı Kerim’de Dört Rükün ve Tarih

Kur’an-ı Kerim’in mukaddimesi hükmünde olan Fatiha’da da dört esas vardır. Bu yüzden Zemahşeri Fatiha’ya “Ümmu’l-Kitap” der. Bu dört esas iman, amel, ahlak ve tarihtir.
Usulu’d-Dîn/İman: Fatiha’nın ikinci ve üçüncü ayeti Marifetullah’tan ve Allah Azze ve Celle’nin sıfatlarından bahseder. “Nimet verdiklerin” ayeti Nübüvveti, “Hesap ve Ceza gününün Maliki” anlamındaki ayet ise Ahiret’i anlatır.
İlm-i Furû’/Amel: Furû’nun temeli ibadetlerdir. “Yalnız sana ibadet ederiz” anlamındaki ayetten de murad budur. İbadet mali ve bedeni olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan bu ikisini yapabilmek için ayakta kalmalı, ayakta kalmak için de muamelat, münakehat, emir ve buyruklara muhtaçtır.
İnsanı Kemale Taşıyan Ahlak: Bunun baş rüknü ise Allah’a ulaşmak, Ona iltica etmek, yoluna girip, orada istikamet üzere kalmaktır. “Sadece senden yardım isteriz. Bizi sırat-ı Müstakim’de sabit kıl.” ayeti de bu bağlamda anlaşılmalıdır.
Önceki Milletlerden Bahseden Kıssalar: “Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”4
Tarih, İslamî oluşun dört rüknünden biri olduğundan dolayı Üstad, Hitabe’sine zamana ve mekana dair fasl edici hükmü bildiren muhasebe ile devam eder. Bu da, Müslümanların tarihi süreç içerisinde yaşadıkları bütün krizleri Allah Rasulü’ne ﷺ kayıtsız şartsız itaat ederek aştığı gerçeğidir. “Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip ve övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.”5 mealindeki ayet de belirtmektedir ki, Ümmet sırat-ı mustakim’den kaydığında Allah Rasulü’nün ﷺ Sünnetine ittiba ile yönünü bulacaktır.
Hiçbir İdeolocya durduğu yeri ve tarih nazariyesini kıymetlendirmeden yola çıkmaz. Kur’an-ı Kerim de direnen ve nihayet “keen lem yekün” olan uygarlıklardan söz eder. Tarih muhasebesi bu noktada devreye girer, insanları hadiselerden dersler çıkarmaya davet eder.

İkinci Sahabe Dönemi

Üstad, Hitabe’de tarih muhasebesini ikinci sahabe dönemi dediği, Osmanlı Devleti üzerinden kıymetlendirir. Allah Rasulü’ne ﷺ ittiba ile başlayan Beylikten Cihan devletine yürüyen ve nihayet zirve noktasına ulaşan, Onun hayat ilkelerinden uzaklaşmayla bir inhitat sürecine giren ve nihayet yeni bir zuhurla geri dönmek üzere tarih sahnesinden çekilen ideal devlete Osmanlı denir.

Yükseltici Aşk Dönemi

Üstad bu iki buçuk asrı “yükseltici aşk” dönemi olarak tanımlar. Aşk dönemi; Osman Bey’den Kanuni’ye kadar olan asırlardır ki aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süslü; devlet-i ebed müddet şuurunun bayraklaştığı bir dönemdir.
Anadolu Beyliklerinin çeşitli taarruzlarına rağmen “Müslümana kılıç çekilmez” deyip onlarla savaşmayan, Hak’la Batıl’ın, Hilal’le Haç’ın hesaplaşmasını Avrupa’ya taşıyan, Mekke ve Medine adına Vatikan’ın karşısında durup Allah-u Ekber diyen bir iradenin cihan hakimiyetidir bu ilk dönem. Allah Rasulü’nün, ﷺ “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.”6 hadisindeki methine nail olan Fatih Sultan Muhammed de, “ittihad-ı İslam”ı tesis eden halife-i Müslimin Yavuz Sultan Selim’de bu devirdedir.
Yükseltici aşk devri, her nevi cürufu ham madenden ayıran bir ocak gibi imanın tasaffi edip anıtlaştığı bir zamandır. Bu dönem, topyekün bütün ameliyeleri Batı taklitçiliğinden ibaret olan mustağriblerin koro halinde söylediği, “İslam mani-i terakkidir.” iddiasını çürüten deliller mahşeridir. Diz çöken ve bir daha ayağa kalkacağını hayal dahi edemeyen üzengi öpücü Batı karşısında, siyasette Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, ilimde Ebussuud, İbn-i Kemal, fende Ali Kuşçu, bahriyede Barbaros, sanatta Baki bu devrin muhteşem siyaset, ilim, sanat ve harbiye anıtlarıdır.

KABA SOFTA ve HAM YOBAZ

“Üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici”… Büyük adamlar, büyük istidatlar ilmi ve siyaseti fikir ve hareket planında zirveye taşır. Onlardan sonra o istidatta adamlar gelmeyince taklid başlar. Taklid, sorumluluğu başkasına havale etme acziyeti, başkalarının dünyasında yaşama teslimiyetidir. Taklid, fıkıhta makbul hatta avama bizzat emirdir; “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”7 Bunun lazimî anlamı, müctehidlerin içtihatlarıyla amel edin, şeklindedir. Lakin ulema, taklid ederken niçin ve neden diye sormazsa mesuldür. Avam hükümde, ulema ise delilde taklit eder. İctihad makamında olan bir alimin bir başkasını taklid etmesi ise haramdır. Hanefi fıkhı kitaplarında neredeyse her mevzuda Ebu Yusuf’un başka bir ictihadı vardır. Bu da göstermektedir ki, hiçbir âlim ne layüsel, ne de la yuhti(hata işlemeyen) kabul edilebilir.
Taftezani ve Seyyid Şerif gibi allamelerin eserlerinin okutulduğu medresede, kemalin namütenahi bir yürüyüş olduğu anlayışında bir kırılma olunca terakki durdu. Fakat ilmi seviye çok yukarılara taşındığından Devlet yaklaşık dört asır daha ayakta kaldı. Fakat şunu da bimeli ki bu dönem, “yükseltici aşk” dönemine göre bir duraksamadır. Bugüne nisbetle ise onlardaki taklid bizdeki inşa ve ihyadan çok daha ilerdedir.
İlimle siyasetin, hikmetle hükümetin münasebeti temelle bina gibi olduğundan Osmanlı’da medrese sarsılınca siyaset çöküşe geçti. Üstad, siyaset “kavas”, ilim “köle”, sanat “ihtilaç” ifadesini daha sonraları için söyler lakin bütün bunlara rağmen bu devirde “Yobaz” vardır.
Her sahada asla anlayamadığı, anlayamayacağı lakin reddedince milletin uyanmasından korktuğundan dolayı anlamadığından değil de, anladığından bir şeyi yaptığını söyleyen, Allah’ın tefekkür için yarattığı beynini, tefekkürden başka herşey için kullananlara yobaz denir.
Vadi temiz değil ya da temizlenmiyorsa su, kaynağından uzaklaştıkça kirlenir. Kanuni’den Tanzimat’a gelene kadar kirli ellerin değdiği hakikat mecrası Tanzimat’la öyle kirlendi ki ancak alnı gibi, ruhu ve aklı da terleyecek fedakar bir kadro ile temizlenecek hale geldi.
Tanzimat’a kadar olan bu dönem Üstad’ın ifadesiyle bugün hala Batı için olduğunda çağdaşlık vesilesi kabul edilen “çürütücü taklitçilik’tir. Bu yüzden Tanzimat’a yaklaştıkça yobazlık daha çok görünmeye başlar.

Son Bir Asır

“Son bir asrını da Allah’ın Kuran’ında Belhüm Adal dediği hayvanlardan aşağı taklitçilere kaptırıcı, en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle Türk’ü madde planında kurtardıktan sonra ruh planında helak edici tam dört evre bulunduğunu gören.. Bu evreleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi evet şimdi beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”
İnsan hakikate kulağı ve gözüyle muhatap, lisanıyla da tercüman olur. Lakin Belhum Adal olanların idrak ve ilan cihazlarını ibtal etmiş, Kur’an ifadesiyle sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır. Bu yüzden ayrıldıkları kurtuluş yoluna dönemezler.
Hayvandan daha aşağı anlamındaki “Belhum Adal” Kur’anî bir ifadedir. Lakin insanlar onları, hayvanlarla aynı seviyede kabul ederse hayvanlar bu kabulden rahatsız olur. Mevzuya dair bir hoca şöyle bir rüya anlattı; Uykuda beni süsen bir öküz gördüm. Hiç durmadan boynuzlarıyla bana vuruyor ve şöyle diyordu; “Beni bir daha o adama benzetecek, ‘Belhum Adal’ seviyesinde birine “öküz” diyecek misin?” diyordu.
Kanuni’den sonraki devirlerde ara ara kudemaya dönme hamleleri ve Sultan II. Abdulhamid gibi istisnalar var. Fakat bunlar yeni bir devir başlatacak çapa ulaşmadan noktalandı. Ebu’l-Hasan en-Nedvî başyapıtlarının biri olan “Maza Hasire’l-Alem bi İnhitâtı’l-Müslimîn” adlı eserinde Ümmet olarak “yükseltici aşk” devrinden nasıl koptuğumuzu ve tekrar o döneme nasıl döneceğimizi anlatır.
Arayış davasında olanlar her şeyden önce neyi, nerede kaybettiklerini bilmelidir ki, başka bir şeyi değil de, aradıkları şeyi bulsunlar. Sonraki devirlerde kaybedilen o “irade” bir daha bulunamadığından “yükseltici aşk” devrine dönülemedi.

Devirlerin Hülasası

Aşk, insanı Cennet’e, küfür ise nâra sokar. Acılar ve ayrılıklar içerisinde yüreklerin Cennet’i soluklaması ve vuslatla rahatlamasıdır aşk. “Onların (yüreklerini Kur’an-ı Kerim’de kendilerine) tanıttığı Cennet’e (dünyada da) sokar.”.8 Bunun içindir ki en yakınlarını kaybeden bir kadın, “Sen hayatta olduktan sonra musibetin her çeşidi teferruattır Ya Rasulellah” der. Putları kıran Hz. İbrahim’in ateşe atılırken, “Yadıma ihtiyacın var mı?” diyen Cibril’e “Sen aradan çekil” demesi aşktır. Allah ve Rasul davasına düşman olan Sihirbazların mucizeleri görünce secdeye kapanıp, kendilerini ölümle tehdit eden Firavun’a dilediğini yap, “Biz de Rabbimize dönmüş oluruz.” 9 demesi de aşkın bir başka tezâhürüdür.

Yeniden Yükseltici Aşk Devri

Cennet’e ve Cemalullah’a aşık olanların gözleri de, gönülleri de harama kaymaz. Çünkü aşk insanı yüceltir. Hattab’ın oğlu deve çobanı Ömer’i alır, “Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” şeklindeki Nebevi iltifata mazhar kılar. Müslüman gençlik o aşkın bizzat muhatabıdır. O varsa aşk vardır. Yükseltici aşk devri, müminler yeniden inandıkları dava ile aşk nikahını kıyınca başlayacak.
Aşkla taklit aynı yürekte olmaz. Taklitçilik aşkı çürütür. Bu yüzden taklit aşkta değil amelde olur. Aşk, taklid edilirse nifaka yol açar. İslam, inanıyor gibi olanları değil, bildirdiği ve duyurduğu her emre ve yasağa inananları mümin kabul eder.
Küfür, her şey gibi hakikati de öldürür; Bu yüzden ikinci sahabe dönemi diye kıymetlendireceğimiz “Yükseltici Aşk”tan geriye kalan her ne varsa onları yok etmeye teşebbüs etti.

Mücadelenin Seyrini Değiştiren Adam

Üstad, Müslümanların fikir ve hareket cephesinde büyük bir mağlubiyet yaşadığı, her şeyin bitmeye yüz tuttuğu bir anda meydan yerine çıktı ve “Kur’an-ı biz indirdik ve onu biz koruyacağız” ayetinin bir tecellisi olarak mücadelenin seyrini değiştirdi.
Tarih yapan adamların yükü ağırdır. Bu yüzden onların yürekleri sağanak halinde yağan bir sabır ister; “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır.”10 derler.
Büyük bir yıkım olduğunda evine çekilip ağlayan, ağlamak yasaklansa ondan da vaz geçecek biriyle İslam’ın emir subayları ne Dünyada, ne de Ahiret’te aynı bağlamda kıymetlendirilemez. Şeriat’a ittibasından dolayı kırbaç yiyen alimle, kırbaç atan da bir olamaz. Biri nefretle anılır, diğeri ise rahmetle yâd edilir.

MUKADDES EMANETİ NE YAPTINIZ?

“Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün dikeyleri yatay haline getirecek bir nida kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…”
Mısır işgal edildi lakin Ezher’e ve lisana dokunulmadı. İslam’ı tahrif vazifesi ise mustagriblere havale edildi. Tahrifte en büyük pay ise, hocası Efgani’ye yazdığı mektupta “Dinin başını dinin kılıcıyla kes” anlayışı çevresinde hareket eden Muhammed Abduh’a ve Reşid Rıza’ya ait… Hindistan’da aynı ihaleyi Seyyid Ahmed Han alır. Lakin Diyobend kasabasında bir nar ağacının dibinde tedrisata başlayan Mevlana Kasım en-Nanotevî’nin (v. 1880) bereketli çalışması netice verir ve oradan bütün Hind kıtasını sulayacak bir ilim damarı doğar.
Bir asır önce biz de medreseyi, kitabı, kütüphaneyi, lisanı kaybettik. Aslında bütün bunlarla yitirdiğimiz millet hafızamızdı. Muhammed Zahid Kevseri, Ali Haydar Efendi, Mustafa Sabri Efendi, Badiuzzaman, Abdulhakim Arvasi gibi allameleri yetiştiren medresenin kapısına bütün olanlardan sorumlusuymuş gibi kanla kilit vuruldu. Miletin geri kalmışlığına dair ne kadar hadise varsa hepsinin mesuliyeti de “Müslümanlıklarından dolayı darağacına gönderilen ulemaya yüklendi.”.
Böyle bir zamanda zuhûr edip gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün dikeyleri yatay hale getirecek bir nida kopararak mukaddes emaneti ne yaptınız? diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik; şunu ilan edecek, her mümin büyük bir mesuliyet duygusu içerisinde kalbinin, evinin, sokağının, mahallesinin hasılı bütün bir yeryüzünün Allah Azze ve Celle’nin talimatlarına göre yaşaması için cehdetmeye memurdur. Bu davada kıymet ölçüsü boya, soya göre değil, İslam’a ittibaya göre kıymetlendirilir. Bunun içindir ki Medine’de ezanları beyaz kadınların çocukları değil, Afrikalı Bilal b. Rebah okur.

Büyük Hesaplaşma

Meydan yerine çıkacak Müslüman Gençler o derece kararlı olacak ve o derece açık konuşacak ki, ifadeleri bir cihetle Kralın sarayında, “Bizim Rabbimiz yer ve göklerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle’dir.”11 diyen Ashab-ı Kehf’in imanı gibi yankılanacak, diğer taraftan ise Rüstem’in otağında, “Allah bizi insanları kullara kulluktan, kulların Rabbi olan Allah kulluğa ulaştırma davasına memur kıldı.” diyen Rib’i b. Amir’in beyanı gibi duyulacak ve her bir cümle bir orduya bedel manalar taşıyacak. Duruşlarıyla müeyyed olan sözleri mukavvadan adamları dikey durumdan yatay hale dönüştürecek ve topyekün hepsini hükümsüz kılacak bir nida kopararak onlara “Mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye tarihin en büyük yıkımının hesabını soracak.
Hesabı sorulacak emanetin zarfında “Elest Bezminde” insana verilen her şey ve bu her şeyin bir tezahürü olan Ümmet’in 14 asırlık ilmî, fikrî ve amelî birikimi vardır. İslam adına aklınıza her ne geliyorsa bu “emanet” kavramının içindedir ve “Mukaddes emaneti ne yaptınız? diye sormak her gencin vazifesidir.

Lisan Uydurma, Tarih Masal

Üstad, “Yeni kurbağa diliyle” diyerek İslam’a olan nefretten dolayı en büyük mevzuları sıradan bir adama dahi ifade etme imkanı veren lisan yapısını, sırf Kur’an-ı Kerim’in dili Arapça’dan kelimeler ihtiva ediyor diye yıkan, karşısında ise bir ucube dil inşa eden zihniyete dikkat çekiyor. Lisan uydurma, onunla anlatılan tarih masal, kahramanları ise sahte.
“Bülbüle emir var lisan öğren vakvaktan,
Bahset tarih balığın tırmandığı kavaktan.”
Şu mısralar ise yeni lisandaki savrulmayı misallendiriyor;
“Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım bay Necip, babamınki Fazıl Bey.”
Öfkesiz Fikir, Durdukça Kokan Ölü Beden Gibidir
Üstad zamana ve mekana hakim gençliğin öncelikli olarak neleri sorması ve mukaddes emanetten ne anlaması gerektiği noktasında şöyle der,
“Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik…”
Dininin, onu anlatma vasıtası olan dilinin, idrak etme boyutunda vazife îfa eden beyninin, masala çevrilen tarihinin, işgal edilen evinin davacısı bir gençlik… Lakin bütün bunlar ancak Hak’la Batıl’ı birbirinden ayıracak bir öfke ile mümkündür. Çünkü öfkesi olmayan bedel ödeyemez, durması gereken yerde duramaz, yol açamaz. Bu yüzden Üstad der ki, “İnsan başını sıçan kafasından ayıran tek hassa öfkedir. Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir! Kollarımız, kuvveti nasıl sinir cümlemizde bulursa, herhangi bir dünya görüşü de, sinir cümlesini fikir öfkesinde ele geçirir.”. Çünkü fikir öfkesi insandaki kıvamın da, kıyamın da kaynağıdır. Onsuz bir fikir durdukça kokan ölü bir beden gibidir. “Fakat öfkesiz fikir ne kadar acıklı bir manzaraysa, fikirsiz öfke de o nisbette merhamete lâyık bir levhadır. Ruhî teessürlerini herhangi bir görüş sistemine irca’ edemeden, rastgele bağıran çağıran, kıran, döken, tepinen dövünen bünyelere, haklı olarak hasta der, geçeriz.”. İslam itidaldir. Tecavüze de, teslimiyete de karşıdır. Öfkesiz fikirden de, fikirsiz öfkeden de uzak olmayı, enfüste ve afakta tefekkür etmeyi emreder. Fikirde öfke, öfkede fikir varsa o insanda itidal vardır. Ötesi ya tecavüzde ya da teslimiyette ifrat ve tefrittir.

Bizim Öfkemizde Rahmet, Onların
Rahmetinde Azab Var

Doktorun hastaya olan merhameti, hastanın kendine olan merhametinden fazla olmazsa, doktor hasta için gerekli olan ağır tedavi şekillerini uygulayamaz. Mikroba karşı öfkeniz yoksa kangren olmuş uzvu kesemez, mikroba acır, hastaya kıyarsınız. Bu yüzden İslam’da cihad “li gayrihi hasen” bir ibadettir. İslam’a harb ilan edenlere karşı savaşacak lakin haddi aşılmayacak. İnsanı kurtarmak için mikrop ortadan kaldırılacak, lakin bu sağlam uzuvları kurtarmak, cemiyet planında ise beşeriyetin önünü açmak için yapılacak. Bu yüzden bizim öfkemizde rahmet, onların rahmetinde de azab vardır.
Üstad’ın, Abdulhakim Arvasi Hazretleriyle tanıştıktan sonraki hayatının hülasası, “Mukaddes emaneti ne yaptınız?” suali ve o emaneti bulup yeniden müslüman gençliğin ellerine teslim etme mücadelesidir. Gençliğin omuzlarına yüklediği bu büyük sorgulama vazifesi ile o, “Öldürücü küfür dönemi”ne nereden ve nasıl başlayarak son verileceğini de gösterdi.
Müslüman gençlik, mesuliyet duygusunu kuşanır, kendiyle kavgadan kurtulur ve bütün bunların nihayetinde özüne dönerse “yükseltici aşk devriyle” arasındaki bütün manileri kaldıracak ve işte o zaman yüzüstü sürünenler ayağa kalkacaktır.

Ümmet’in Hali

İçeriye kabul ettiği yabancılar tarafından evi işgal edilen, mukaddesatına dair nesi varsa duvarlarından sökülen ve bir sandukanın içine konan, şimdi de onların üzerine kapanıp ağlayan, ağlarken de, ne tür cinayetler işlendiğini söylemek “suç” olur korkusuyla sesini yükseltemeyen bir millet dünyanın neresinde vardır?! Müslümanlar son bir asırda işgal ordularının bile yapamayacağı cinayetlere maruz kaldı.

Maddeden Başka Payandası
Olmayan Sütunlar

İstanbul’da yazdığı eserler Kahire’de ders kitabı olan bir tarihin çocukları “Sübhaneke” okuyup ölüsünü kaldırmaktan aciz hale geldi. Milletin “Eyvahlar olsun. Mukaddesatımız gidiyor.” diye sarsıldığı bir zamanda Üstad Büyük Doğu’nun kapağına Batı’yı kastederek “Maddeden başka payandası olmayan sütunlar yıkılacak.” diye yazdı.

Ünvanlar

Sahabe döneminden sonra Emeviler ve Abbasîler geldi. Ara ara inhitatlar oldu. Tuğrul Bey, Alparslan, Selahaddin-i Eyyubi, Osmanlı’nın zuhuru ve öldürücü küfür dönemi… İslam adına her şeyin bittiğinin ilan edildiği bir dönemde meydan yerine çıkan, ‘Mukaddes emaneti ne yaptınız?’ diye soran, babalarının en fazla yapabildiği ağlamak olan müslüman gençliği “Dinin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı” olmaya çağıran bir mütefekkir, bir dava adamıdır Üstad… Şair, tiyatro yazarı nevinden bütün unvanlar bu yaptığına nisbetle ona çok küçük gelir.

DİNİN DAVACISI BİR GENÇLİK

Müslüman Gençlik, öncelikle “dininin davacısı…” olacak. Asıl dava din davası, diğerleri ise buna bağlı tali davalar… Din davası külliye ise, diğerleri onun alt başlıkları…. Din davası öyle büyük bir ulviyet arzediyor ki, ona muhalif olan her dava ilk anda reddedilir, “Müslümanım; müslümanlık çapında hiçbir kıymet ve haysiyet ölçüsü tanımıyorum.”.
Hakimiyet Hakkındır
“Halka değil hakka inanan, meclisinin duvarında “hakimiyet hakkındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hakka kölelikte bulan bir gençlik…”
Halk/Çoğunluk kandırılırsa Allah Azze ve Celle’yi bırakır, kula kul olur. Bu yüzden esas olan halkın Hakk’a inanmasıdır.
Eğer Allah Rasulü ﷺ Hakk’a değil de, halka inansaydı halkın putlara secde ettiği bir zamanda “Kalk ve insanları uyar.”12 ayetinin gereğini yapamazdı. Çünkü çoğunluğun gücüne inanan, İbrahim olamaz, yalnız başına putperestlerin karşısında duramaz. Lakin Hakk’a inananlar, önlerinde deniz, arkalarında da deniz gibi bir ordu olduğunda da Hz. Musa gibi “Muhakkak ki Rabbim benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir.”13 der. Bütün mesele Hz. Musa gibi inanmak, gerisi ise teferruattır. Kul Allah’la beraber olunca bir asa denizde yol açar, sihirleri yutar, yine aynı asa taşı yarar, bütün bir milleti sular.
Sahabe Hakk’a değil de, halka inansaydı Mekke’de Allah Rasulü’nün ﷺ yanında duramaz, bedel ödeyemez, “Rabbimiz Hubel değil, yer ve gökleri yaratan Allah Azze ve Celle’dir.” diyemezdi. Eğer bu asrın müminleri de onlar gibi yalnız Hakk’a inanır, onu anlatır, gerektiğinde de onun uğrunda bedel öderse onlar da çağdaş Daru’n-Nedvelerin duvarlarına, “Hakimiyet Hakkındır.” düsturunu yazarlar.
Hakk’a inanan, Mekke’de namaz kılmak için dağlara, mağaralara giden Sa’d b. Ebî Vakkas ve arkadaşları, “Galip gelenler kesinlikle bizim ordumuz olacaktır.” 14ayetine bütün varlıklarıyla inandı, kendilerini “Allah’ın Ordusuna” liyakat kesbedecek şekilde hazırladı ve İran’ı fethederek Beyaz Saray’da Allah-u Ekber dedi. Onların izinde yürüyen Sultan Fatih nasıl Doğu Roma’nın merkezi İstanbul’u aldıysa Fatih’in iradesini kuşananlar da Roma’nın çocuklarının saf saf olduğu meydanlarda şeref geçiti yapacaktır. Bu büyük yürüyüşü başlatıp yeniden Allah Rasulü’nün ﷺ gösterdiği menzillere varabilmek ancak Hicretlerden, Bedirlerden ve Uhutlardan geçip Fetihlere gitmekle mümkündür.

Halis Hürriyet

“Gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hakka kölelikte bulan bir gençlik…” Hukuk metinleri yerden bitmez ya bir heyet ya da kralların yaverleri tarafından yazılır. Bu yüzden Batı’nın hukuku Doğu için zulüm, Doğu’nun hukuku da Batı için muvazenesizliktir. Hukukun esaslarını yaratan ve yöneten Allah Azze ve Celle belirlerse, hukuk insin de, cinnin de, kadının da, erkeğin de adalette urve-i vüskası olur. Çünkü Allah Azze ve Celle Doğunun da, Batının da, kadının da, erkeğin de Rabbidir. Bu yüzdendir ki, hukuku erkekler telif edince kadınlar, aristokratlar yazdığında da halk mazlum olur. Nitekim Batıda hukuk 19. yüzyıla kadar kadınların boyunlarına kement takılıp hayvan pazarlarında satılmasına karşı çıkmadı. Allah Azze ve Celle ise erkek ne kadar yükselebilirse kadının da o kadar yükselebileceğini, onun da kullukla mükellef olduğunu ifade noktasında, “Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim.” buyurdu. (Al-i İmran, 195). Bu yüzden gerçek adalet ancak “Hakimiyet Hakkındır.” düsturunu esas alan İslam’la mümkündür. Halis hürriyet ise bütün ideolocyalardan arınıp Allah’a kul olmaktır.
Üstad, “meclisinin duvarında hakimiyet hakkındır düsturuna hasret çeken gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hakka kölelikte bulan bir gençlik” derken İslam’ın ne olduğu ve neye talip olduğu hakikatini te’vil kabul etmez bir sarahatte ifade eder.

SOSYALİZMA-KAPİTALİZMA

Allah Rasulü’nün ﷺ dünyadan ayrılırken son sözü, “Namaz ve eliniz altında çalışanlar hususunda Allah’tan korkun.” şeklindeydi. Çünkü ancak namaz kılarak mahşer şuurunu kuşananlar kölenin ve işçinin hakkını korur.
“Emekçiye benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın. Ama sen de zulüm gördüğün iddiasıyla kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın. Kapitalist’e ise Allah buyruğunu ve Resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın ihtarını edecek kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…”
Allah Rasulü’nün, ﷺ “Namaz ve emekçinin hukukunu korumaya” dair beşeriyete yönelik bu son mesajı, kelime-i tevhidin tefsiri makamındadır; Eğer siz namazı huşu ile kılar, ne söylediğinizi bilir, Allah-u Ekber derken “Büyük olan yalnız Allah’tır.” şuurunu kuşanırsanız o namaz emekçinin hakkını gasbetmek dahil her nevi kötülüklerden sizi alıkor,15 ne zulmeder, ne zulme rıza gösterirsiniz. Namazı, “Sen Allah’sın, ben de kulun, her şey buyurduğun gibi olacak Ya Rabbi!” şuuruyla kılan bir mümin, idaresi altındaki emekçinin hakkını himaye ettiği gibi, Ebu Eyyüb gibi -ilerleyen yaşına rağmen- ezilenlerin hukukunu korumak, zalimle hesaplaşıp hakkı ayağa kaldırmak için Doğu Roma üzerine yürür.

Sömürü Sistemleri

Tebliğ, her müslümana İslam’ın cemiyet planında tatbiki ve tayinine memur olmayı emreder. Müslüman dili ve eliyle her ne yapacaksa hiç birinden ödün vermeyecek. Henüz İslam’ın devleti yokken nazil olan Mutaffıfîn Suresi’nin ilk ayetlerini okuyan sahabe, Kıyamet’e kadar gelecek bütün sömürü sistemlerine karşı duracağını ilan ve kendilerine halef olanlara da aynı duruşu muhafaza etmelerini emretti.
Nerede hakkı gasbedilen bir emekçi varsa koruyucusu İslam’dır. Emekçilerinin haklarının gasp edildiği bir cemiyette alimler, mütefekkirler susarsa orada, “Yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitne zuhur eder.”16
Proletarya diyerek iktidara gelenlerin emekçinin hakkı üzerinden iktidara gelip heykellerini dikmeleri karşısında alimler sessiz kalırsa sadece emekçi değil topyekün insanlık yakasını en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara kaptırır.

Niçin İslam’ın Olduğu
Yerde Sosyalizma Olamaz

Müslüman Gençlik, insanların “çare” diye sosyalizmaya çağrıldığı bir kavşakta biz, “İşçiye alınteri kurumadan ücretini verin.” diyen Peygamber buyruğunu anlatmaz ya da Medine’de sahabenin refah seviyesinin yükseldiği bir zamanda şehirdeki en sade evin Peygamber evi, en mütevazi hayatın da annelerimizin hayatı olduğunu, biraz rahatlamak için dünyalıklar talep ettiklerinde Allah Rasulü’nün ﷺ sade hayatını koruyabilme adına 29 gün onlardan ayrı kaldığını ve nihayet Ahzab Suresi’nin 28. ve 29. ayetlerinin nâzil olduğunu ya da bugün üzerinde onlarca devlet kurulan İslam Devletinin başkanı Hz. Ömer’in vefat ettiğinde geride kalan mirasının, borcunu karşılamadığını, evi satılarak borcunun ödendiğini mevzu yapmaz ve bunun üzerinden bir dünya kurmazsak, sözle, “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” dememizin hiçbir tesiri olmaz. İdeocyaların tesiri ancak İslam bir nizam olarak hayatlarına yansıyan müminler vasıtasıyla silinir.

Gazzali Ne Yaptı?!

İmam Gazzalî, hadiselere vaktinde müdahil olmasaydı Meşşaî ve Batinî yolu Müslümanlar üzerinde daha büyük bir yıkıma yol açacaktı. Her bir alimin ideolocyalara karşı tavrı Gazzali gibi olmalı; İslam bütün zamanlarda ortaya çıkan ideolocyaları öz-posa ayrımına tabi tutup tahlil ve tahliye etmelidir. Bu yüzden herbir imamın en küçük vazifesi mihrapta namaz kıldırmak, asıl görevi ise cemiyet meydanında İslam’ı bütün renkleriyle bayraklaştırmaktır.

Perdeyi Kapattığında da Sorumlusun

Nasıl kendini bir yardan atıp intihar etmeye giden adama karşı müslümanlar tepkisiz kalamazsa bir emekçinin de mazlumiyet iddiasıyla kendini en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara kaptırmasına sessiz kalamaz. Bir mahallede bir cinayet işlendiğinde ve katil bilinmediğinde mahalle halkından elli erkeğin o kimseyi öldürmediğine ve öldüreni de bilmediğine dair Allah adına yemin etmesi gerekir. Kimse katili bilmiyorsa, maktule en yakın evlerden elli hane diyeti öder. Bununla şuna da dikkat çekilmektedir, Bir müslüman evinin perdesini kapatıp oturduğunda da sahnedeki olaylardan sorumludur. Doktor, hasta rıza gösterse de onu hastalığıyla baş başa bırakamaz.

İslam Zenginden Alıp Fakire,
Kapitalizma Fakirden Alıp Zengine Verir

“Kapitaliste ise Allah buyruğunu ve resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın ihtarını edecek, kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…”
İslam’da “para” bizzat maksat değil, mallardan istifadeyi kolaylaştıran bir mübadele aracıdır. Bu yüzden müstakil olarak kendinden istifade edilmez. Çölde günlerce aç kalan bir insanın yanında bir çuval altın olsa, eğer çölde parayla satın alacak bir şey yoksa para açlıktan ölmesine mani olamaz. Bu yüzden Hasan Basri(r.a.) diyor ki, senden ayrılana kadar sana bir fayda sağlamayan dinar ve dirhem ne kötü arkadaştır!
İnsan ekmek gibi temel ihtiyaç ürünlerini ya da başka bir malı almak için mutlaka parayı elinden çıkarıp, bakkala vermelidir. Zira para insanın elinden çıkmadan ekmeği, tuzu alamaz. Para “ağyâr”ın olmadan “ahbâb”a yar olmaz.
Kapitalizma’da para gaye, İslam’da ise vasıtadır. İslam’da emek olmadan paradan para kazanmak haram; Kapitalizma’da ise faiz yoluyla paradan para kazanmak asıldır. İslam İktisad Nizamı’nın uygulandığı yerde üretim, Kapitalizma’da ise tefecilik artar. Üretimin ve iştirakin düşük seviyede olduğu toplumlarda sermaye belli ellerde toplanır, bütün insanlık da bu azınlığın refahı için çalışmaya mecbur olur.

Kapitalizma; Azınlığın Refahı

ABD’de 2007 krizi çıktığında servetin % 35’i, %1’in, %50’si iş adamları ve esnaftan oluşan %19’un, geri kalan %15’i ise nüfusun % 80’inin elindeydi. Kriz böyle bir vasatta ortaya çıktı. Kapitalizma en geniş anlamıyla %20’nin refahını amaçlayan, %80’i ise onun kölesi kabul eden bir sistemdir. Bu yüzden insanlar açlıktan ölürken ne Batılı Devlet adamlarından, ne de Ekonomistlerinden ses çıktı. “Kimse kriz var!”, demedi. Ne zaman ki, %20’nin kazancında bir daralma oldu, bütün dünyada tedirginlik zuhur etti; “Ne oluyoruz, nereye savruluyoruz?” dendi. Krizden çıkış yolu arama sürecinde sempozyumlar, paneller düzenlendi.

“Allah’ın On Pulunu
Bekleye Dursun On Kul”

Kapitalizma için insan, parası kadar değerlidir. Bu yüzden onun için insanlığın değil de, %20’nin yaşamı önemlidir. ABD’de de halkın %80’i, servetin %20’siyle geçinirken ya da Afrika’da çocuklar açlıktan ölürken kimse “kriz var!” demedi. Kapitalizma’nın ne olduğunu, beşeriyeti nasıl sömürdüğünü Üstad’ın şu mısralarından daha güzel ne ifade edebilir:
“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!”
Zekat vermeyi, faizi terketmeyi, alırken ve satarken adaleti gözetmeyi emreden Allah buyruğu ve zekatın ticaret malından, paradan, hayvandan ve tarla ürünlerinden kimlere, ne kadar ve nasıl verileceğine dair peygamber ölçüsünden habersiz olan Batı için Kapitalizma bir sömürü aracıdır. Bu yüzden Batı kentlerindeki müzelerde sergilenen eşyalar onların Afrika’da, Asya’daki yaptıkları sömürünün bir kanıtıdıdır. Batı küresel hırsızlık, demektir. Kapitalizma ise bu sistemin finans ayağını teşkil eder.
İslam zenginden alıp, fakire; Kapitalizma ise fakirden alıp zengine verir. Batı, işgal ve istila demektir. Tek imar ettiği kıta Avrupa’dır.
Müslüman gençlik ortalama ömrü bir asır olan sistemleri değil, köklere doğru ezele, göklere doğru ebede uzanan bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahiptir.

BATININ ARAYIŞI

“Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu batı adamında bulduğunu sandığı şeyi o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik…”
Batının bütün keşiflerinin ve madde planındaki terakkisinin buhranına çare olamaması, ev büyüklüğündeki kasasının içine giren, kapı üzerine örtülünce içeride kalan, dışarıyla hiçbir şekilde irtibat kuramayan, nihayet öleceğini anlayınca dişleriyle parmaklarından akıttığı kanla duvara, “Dünyanın en zengin adamı paraların içerisinde açlıktan öldü.” diye yazan bir kapitalistin haline benzer. Huzur ve saadet, makina dişlileri arasında üretilen bir ihtiyaç maddesi değil ki, Mercedes ya da BMW fabrikasında üretip dünyaya ihraç edilsin. Maddede kurtuluş arayan Batılı adam evini, ailesini dağıttı. Adına dünyayı sömürdüğü kilesiyi de satıyor. Biz de, maddeyi bulunca bütünüyle manayı kaybeden Batılı adamın izinde, onu yatağa mahkum eden hastalıkta çare arıyoruz; “Ne umarsın bacından bacın ölür acından.”
Her nev’i hastalığın çaresi, ve her çeşit cennetin hayali İslam’da olduğuna göre niçin müslümanlar hasta ve neden bir ateş çemberinin içinde?! Doktordan reçeteyi alan fakat ilaçları doktorun tayin ettiği şekilde kullanmayan hasta nasıl tedavi olamazsa, İslam’ın buyruklarını bütünüyle tatbik etmeyenler de Allah Azze ve Celle’nin iman edenlere vadettiği menzillere ulaşamaz.

Ne Kadar Cennet Hayali Varsa İslam’da

“Ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik…”
Batı’nın işgaliyle ilim, fikir ve sanat cepheleri kirlenen ve hala kirlenmeye devam eden İslam dünyası her nev’i kötülüğe numune teşkil ediyor. Artık Batı’da “fesad” adına her ne varsa bizde de var. Tek fark oranlarda. Fesad üreten bu sistem işgalle birlikte geldiğine göre, çare de ondan kurtulmak ve tekrar avdet etmesi için İslam’ın yolunu açmaktır.
Yüzünde çizgiler belirinceye kadar güzelliği istismar edilen bir kadının, hayatını kazanma adına ailesi tarafından evden çıkarılan bir genç kızın, idealsizliği ideal edinen meşin topu izleyerek huzur bulacağını zanneden delikanlının, evlenmeyen, aile kurmayan, devasa kiliseler içerisinde, “Müslümanlar çoğalıyor.” diye ağlayan papazın hayalini kurduğu fakat yanlış yerde durduğundan dolayı ulaşamayacağı Cennet de İslam’da.
Eski evini, eski mahallesini, eski muhabbetini, köy bakkalından ihtiyaç maddesi satın alırken yaşadığı huzuru arayan müminler olarak, güneşi ceketimizin astarı içerisinde kaybettiğimize inanırsak problemi yüzde elli düzeyinde çözmüş olacağız, zira böyle inanışla cevabı nerede aramamız gerektiğini öğrenmiş olacağız.

“İslamiyet Bende Bozuldu, Ancak Ben
Düzelirsem Düzelecek”

Müslümanlar nerede hakikati yitirdi, nerede bozgun yediyse diriliş de orada olacaktır. Orası da Hilafet’in düştüğü ve Allah Rasulü’nün ﷺ Kudüs’ü fethedecek ordunun yola çıkacağı şehir olarak tayin ettiği İstanbul’dur. Bu bir coğrafya tutkusunun, bir şehir özleminin, bir millet hayalinin değil, Batı’nın Anadolu’dan Kudüs’e ve Hicaz’a ulaşmasına mani olan, ancak o tarihten çekilince Bilad-ı İslam’ı işgal edebildiği Osmanlı’dır, onun ruhudur. Ondan sonra Müslümanlar en hayasız Haçlı saldırılarına maruz kaldıklarına ve İslam dünyası sürekli geri gittiğine göre çare, “yalnız İslam” diyerek Osmanlı’nın varlığında temerküz eden ittihad-ı İslam’a dönmektir; “İslamiyet bende bozuldu, ancak ben düzelirsem düzelecek.”.

KİM VAR!

Üstad, İslam’ı anlatmaya memur zatların onu anlatıyor görünerek bizzat hakikatini gölgelediği bir zamanda müslüman gencin ilahi buyrukların resmi muhatabı olduğunu ve bunun gereğini yapmasını şu şekilde beyan ediyor:
“Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım cevabını verici, benim olmadığım yerde kimse yoktur duygusuna sahip bir dava ahlakını pırıldatıcı bir gençlik…”
İslam’da ilk emirler şunlar, “Oku!”, “Azı hariç gece boyu namaz kıl!”, “Kalk ve uyar!”. Bunların tamamı “müfred, muhatab” yani hitap öncelikle Allah Rasulü’nün ﷺ şahsına… Meydan yerine ilk olarak yalnız başına çıktı fakat arkasında bir ordu var gibi yürüdü. Sahabe de tebliğde, davette, cihatta aynı cesareti kuşandı. Onlar yalnız kaldıklarında da tek başına bir Ümmet gibi yürüdü.
Bir hakikatin ikame edilmesi için “Kim var?” diye sorulduğunda, “Ya hep İslam, ya hiç islam, İslam hepin olmadığı yerde hiçe taliptir” diyen müminler tereddüt etmeden öne çıkmalı. Denizler tutulduğunda gemileri karadan yürüten Fatih gibi derin bir strateji sahibi ve Ulubatlı Hasan gibi gözü kara olmalı.
Her zamanın “Kim var?” diye bir çağrısı vardır. Tuğrul Bey, Selahaddin-i Eyyubi, Ertuğrul Gazi gaiplerden gelen o çağrıya “ben” deyip meydan yerine çıkan büyük ruhlu kahramanlardandır.
Halid bin Velid
İslam’la küfrün büyük hesaplaşmasının yaşandığı Mute’de Allah Rasulü ﷺ kumandan olarak Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebi Talib ve Abdullah b. Revaha’yı tayin etmişti. Biri şehid olunca yerine diğeri geçecekti. Medine’den muharabeyi izlerken buyurduki, “Sancağı Zeyd aldı, o şehid oldu. Sonra Cafer aldı, o da şehid oldu. Sonra Abdullah bin Revaha aldı, o da şehid oldu. -Bu sırada Allah Rasulü’nün ﷺ gözlerinden yaş akıyordu.- Sonra sancağı Halid bin Velid onların başına geçmesi hususunda tarafımdan emirliğe tayin edilmeksizin aldı ve ona zafer nasib oldu.” buyurdu.17
Kahramanlar Halid bin Velid gibi kumandanların şehid olduğu, ordunun dağılmaya yüz tuttuğu, herkesin artık “bu mücadele bitti, küfür kazandı.” dediği bir anda ortaya çıkar ve mücadelenin seyrini değiştirir. Üstad da uleması dar ağacına gönderilen, ilim saraylarına kilit vurulan, hakikati tahrif edilen, okulunda “Allah’tan ve ahlaktan bahsetmek yasaktır.” denilen bir ümmetin kadınıyla, erkeğiyle, “Allah ve Rasul davasına sahip çıkacak kim var?” diye birbirine sorduğu bir sırada meydan yerine çıkan bir kaç kahramandan biriydi. Bu çıkışlar o kadar muazzamdır ki kıymeti tam olarak Ahiret’te takdir edilir. Çünkü bu, ganimet dağıtılırken “Ben” deyip ortaya çıkmak ya da bir makama atanmak gibi bir hadise değil ki, şu kadar maaşlı bir ünvanla mükafatlandırılsın. Bu, öksüz ama aynı zamanda büyük bir davaya sonunda rütbe ve mal beklemeden talip olmaktır. Bu taleb belki vatandan,anadan, yardan, arkadaştan ayrılığı getirecek, belki her şeyin sonunda elde sadece acı bir lokma kalacak. Mukaddes yüke hamal olanlar bütün bunların bilincinde oldukları halde “Kim var?” diye seslenilince meydan yerine çıkar ve sadece Allah’ın rızasına talip olur.
Ümmet düştüğünde “Kim var?” diye seslenildiğinde “Ben” diyenle, bir makama gelebilmek için her gelenin önünde eğilen sahte kahraman arasında aydınlıkla karanlık kadar fark vardır.

Üstad, Fikir ve Harekettir

Üstad “Kim var?” dendiğinde bu yolun sonu beşer planında nereye gider, hesap yapmadan meydan yerine çıktı, müslüman gençliği toparladı, fikirde, sanatta onları besledi ve fikrin bir dava olarak hayata tatbikinin nasıl olması gerektiğini gösterme noktasında sahaya inip gençliğin önünde yürüdü. Kuşatıldı, iftiralara maruz kaldı, defalarca hapsedildi, maddi manada sıkıntılar çekti. Bütün bunların nihayetinde darağacıyla tehdit edildiğinde hakimler heyeti önünde şöyle dedi, “Eğer mücerret ve müstakil olarak İslam’ın müdafaası suçsa, buna ait kanun maddesi getirilsin, biz de gerekirse başlarımızı, üç ayaklı sehpanın yağlı ipine teslim edelim.”.
Bir dava adamının ömrü seraba kuşatma altında geçse de, O, “Bütün bunlar Hak’la Batıl’ın ezeli mücadelesinin tabiî bir sonucudur.” der ve Allah’a adanan canını Onun yolunda verme sözüne sadakat gösterir;

Canların Canı Uğrunda Can Vermek

“Can taşıma liyakatini canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nisbette strateji ve taktik sahibi bir gençlik…”
Allah yolunun Halid bin Velid’i olmak, bizi dirilten ve yenilmez kılan şehadet şuurunu kuşanıp, can taşıma liyakatini canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet saymakla mümkündür.
Hz. Adem’e can bizzat Allah Azze ve Celle’nin ruhundan üflendi.18 Can, onu yoktan var edenin yolunda verilirse hem varlığının gereğini îfa eder, hem de candan sayılır. Aksi takdirde can, et ve kemikten müteşekkil bir organlar manzumesidir.

Gözü Keskin Bir Gençlik

“Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik…”
Göz, üzerinde beş yıl uzmanlık yapılan buna rağmen her ihtisas öğrencisine yeni bir mevzuda araştırma imkanı veren muhteşem bir organdır. Göz, ne kadar muhteşem olursa olsun ışık yoksa eşyayı göremez. Bir şeyi hakiki manada görmesi ise, eşyanın varlık sebebini idrak etmesine yani Allah’ın nuruna muhatap olmasına19 bağlıdır. İşte o zaman insanın basarı/gözü yanında, basireti/kalbi de devreye girer ve görülmesi fevkalade zor olan şeyleri de görüp ak sütün içindeki ak kılı fark edecek seviyeye ulaşır.

Ehram Tepetaklak

Muhal farz… Kainat’ta her şey var oluş sebebinden uzaklaşsa, yapmaya memur olan insan yıkmakla meşgul olsa; ıslah davasında olanlar ifsad etse de Müslüman Gençler zor olanı başaracak, tepetaklak olmuş ehramı yeniden ayakları üzerine oturtma mücadelesinden ödün vermeyecektir….
“Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhuş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi hasılı güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve telbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyacak, tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik…”
Ders kitabının yalana, sokağın muzahrafata, ilmin hokkabaza, medyanın ahlaksızlığa mahkum olduğu bir zamanda da bozulmayacak; sokaklardan şehvet akarken de temiz kalacak, cemiyet müesseselerinden kendisine sirayet eden her nev’i zehri kusacak, yalnız başına kalsa da cemiyeti ifsad eden bütün müesseselere karşı duracak ve destansı bir savaş verecek bir gençlik…

Ölçü Kimde?!

Destanlık savaşı kazananlar ölçüyü İslam’ı yaşıyor gibi olanlardan değil bizzat Allah Rasulü ﷺ ve onun muazzez yolundan gidenler kudemadan alacak;
“Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiç birini beğenmeyen, onlara ‘siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiç biri başınıza gelmezdi!’ diyecek ve gerçek müslümanlığın ‘ne idüğü’nü ve ‘nasılı’nı gösterecek bir gençlik…”
Okuma-yazma bilenlerin parmakla sayıldığı bir çölden, yüzlerce yıl devlet tecrübesi olmayan bir iklimden, dünya çapında bir devlet çıkaran ve onunla şarktan garba kadar yeryüzünü değiştiren ve bu halleriyle de dünya tarihçilerini hayrette bırakan sahabe, İslam’ın “ne idüğü”nü ve “nasılı”nı anlatma noktasında bizzat Allah Rasulü ﷺ tarafından memur kılınmış resmi mübelliğlerdir.
İslam’ı, ailesinden gördüğü şekliyle örf olarak yaşayan marka müslümanlarının sayısı milyarlarla da ifade edilse sahabenin binlerle yaptığını yapamaz.
Allah Azze ve Celle’nin farklı şekil ve suretlerde imtihana tabi tutmasına rağmen kırılmayan, eğilmeyen hakiki müminler, milyarların yapamadığını yine binlerle yapacaktır. İslam, hiçbir anlayışa karşı “hepçi” değildir. Müslüman her bir mevzunun ne idüğünü ve nasılını sormakla mükelleftir.

O ﷺ Ne Buyurduysa, O

Müslüman Gençler, her mevzuda olduğu gibi İslam’ın yolunu açma hususunda da Allah Rasulü’ne ﷺ ittiba etmelidir;
“Tek cümleyle Allah’ın kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, ondan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve onun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye layık görecek bir gençlik…”
İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru ve yanlış adına her ne varsa tamamının hükmünü Allah Rasulü ﷺ vasıtasıyla İslam’dan alacak, ondan başka tutamak, dayanak tanımayacak, küfür yobazlarını taklid etmek şöyle dursun Allah Rasulü’nün ﷺ düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye layık görecek bir gençlik…
Peygamber-i Ekber’in ﷺ bildirdiği bir hakikati anlama sorunu yaşadığında, sorunun anlatan da ya da anlatılanda değil bizzat anlayanda olduğunun bilinci içerisinde şöyle diyen bir gençlik,
Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür!
Sana çöl gibi gelen, O göl diyorsa göldür…
yine

Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;

Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var. Onun içindir ki Felsefe’nin en temel mevzuları eşya, alem ve ruh noktasında hocalarla şakirtleri arasında seraba tekzipler var. Sokrat, Eflatun ve Aristo’dan günümüze Felsefe tarihi aynı zamanda “O değil, ben buldum.” demenin tarihidir.… Derinlemesine Felsefe okumalı lakin bu, İslam’ı tanıdıktan sonra olmalı, aksi takdirde kişi dini felsefe, felsefeyi de din zanneder. İslam gündüzse Felsefe gece, gündüzün kıymeti ve kameti gece olunca idrak edilir.
İslam “kubur faresine” “Sen de sarayda yaşayacaksın” demez. Bu yüzden müslüman Gençlik, Onun düşmanlarını kubur farelerine denk bir muameleye layık görür.
Üstad, Vasiyetinde de bağlılarını, hayatı Onu ﷺ sevenler ve ondan nefret edenler bağlamında idrak etmeye çağırır;
“Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız. Hele düşmanlarını. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız. Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

BÜYÜK DOĞU’NUN MUHATAPLARI

Üstad, uzun bir mücadele hayatının sonunda “öldürücü küfür döneminin” izmihlaline dair emarelerin belirdiği bir zamanda fikrinin resmi muhataplarına şöyle der;
“Bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsür yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.”
Fenâ fillah makamına ulaşan dervişler her baktıkları yerde kudret-i ilahiyi temaşa eder. Üstad da ateşin içinde eriyen, eridikçe ateşin rengini alan demir gibi İslam kalıbında şekillenen ya da şekillenmeyi bekleyen gençliğe nihaî talebini iletir ve der ki;
“Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevi babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymandır.”
Büyük projeleri yöneten mimarların vazifelerinin sonunda inşaat mahallinden ayrılması gibi, dava adamları da kapatılan iman ve irfan yolunu açınca yolculara “elveda” der. Üstada da Müslüman Gençliğe, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındım, kıvrandım ve zindanlarda çürüdüm, ekmeksiz susuz kaldım lakin inkar surlarında büyük bir gedik açtım der;
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes
Ey kahbe rüzgar artık ne yandan esersen es!”
Üstad, veda hitabesi niteliğindeki bu konuşmasında Müslüman Gençlere sanki şöyle diyor, “Ben ötelere gitme hazırlığındayım. Senden beklediğim ise ‘manevi baban’ hükmündeki bu ihtiyarın tabutunu mezara, dava taşını da gediğine koymandır. Bunun için hareket planının nasıl olacağı ve nereden gidileceği eserlerimde belirtilmiştir. Sen sadece ayağa kalkacak ve nihai bir hamleyle taşı gediğine koyacaksın.”;

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!

Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!

Ölümden ilerde varış dediğin,
Geride ne varsa bırak utansın!

Ey binbir tanede solmayan tek renk;
Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın!
***
Bugün, “İslâm âlemi muazzam bir zuhur bekliyor! Bütün vahidleri yerli yerine koyacak, İslâm’ı dünya çapında bir murakabe süzgecinden geçirebilecek, kurtarıcı sistemin sadece İslâm olduğunu laboratuvarlara tasdik ve vicdanlara kabul ettirecek, ülke ülke taklit cereyanlarını kanalizasyon kanalları gibi kurutabilecek ve ilaçlayacak tarihin sahte ve gerçek kahramanlarını siyah ve beyaz katiyetiyle birbirinden ayıracak ve ayıklayacak bir zuhûr…”
***
Rumeli Hisarı’nda rahlesinde Mushaf-ı Şerif, omuzunda Buharî, sırt çantasında İdeolocya Örgüsü olduğu halde zuhur edecek Gençler, Hamlin’in “Robert Koleji”ni inşa ettiği noktada ümmetin “zafer kürsüsü” olan İstanbul’a bakacak, mevcudu mütalaa, hali de muhasebe edecek ve orada “büyük fetih nizamnamesi”ni yazacak. Zamana ve mekana hakim olan müminler işte o zaman, İslam’a hasım, hasımlarına dost olanların faaliyetiyle kaybettiğimiz her şeyi silahsız bir fetih harekâtıyla yeniden geri alacak. Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşı işte o zaman da gediğine konmuş olacaktır.
Üstad’a rahmet eyle Ya Rabbi!

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL