Yeniçeri Duyurular

Yeniçeri Ocağının Kuruluşu Prof.Dr Ahmet Şimşirğil

Yeniçeriler Konyalı Fakih Mevlana Kara Rüstem bir gün Kazasker Çandarlı Hayreddin Paşa’nın yanına geldi ve: “Efendi! Bunca sultanlık malını niçin zayi edersiniz?” diye söylendi. Kazasker: “Ne malı zayi ettim?” diye sordu Kara Rüstem:..

Yeniçeri Ocağının Kuruluşu Prof.Dr Ahmet Şimşirğil

Yeniçeriler

Konyalı Fakih Mevlana Kara Rüstem bir gün Kazasker Çandarlı Hayreddin Paşa’nın yanına geldi ve:

Efendi! Bunca sultanlık malını niçin zayi edersiniz?” diye söylendi. Kazasker:

Ne malı zayi ettim?” diye sordu Kara Rüstem:

İş bu gâziler ki, gazadan çıkarırlar. Cenab-ı Hakkın emriyle beşte biri hünkarındır.

Hayreddin Paşa bu durumu Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’a bildirdi.

Gâzi Hünkar: “Eğer Cenab-ı Hakkın emri ise şimdiden sonra alın”, diyerek ferman etti.

Bundan sonra Gâzi Evrenos Bey ve Lala Şahin’e, Akınlar da elde edilen esirlerden beşte birini padişah adına almaları emredildi.

Çocukları seçmek üzere de akıncı kadıları tayin edildi. Bu yolla toplanan pek çok çocuk Murad Han’ın huzuruna getirildi. Çandarlı Hayreddin Paşa: “Bunları Türk’e verelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, yeniçeri (yeni asker) olsunlar”, dedi. Alimler de, “Cenab-ı Hak yüzlerini ak ve parlak, bazularını sağlam, kılıçlarını keskin ve oklarını tiz eylesin. Kendilerini daima muzaffer kılsın, din-i celil-i İslâm’ın hâdimi eylesin” diyerek dua ettiler.

 

İşte bu olayla başladı yeniçerilerin serüveni…

Sonrası gerçekten müthiş oldu. Ocak teşkilâtı kısa sürede mükemmel bir şekilde sistemleştirildi. Devşirme kanunu çıkarıldı. Devşirme memurları tayin olundukları mıntıkalarda her bir kadılığı gezerek kırk hanede bir oğlan hesabı üzere yeniçeri namzedi gençleri seçerlerdi. Çocukların 7-10 yaşları arasında olmasına çalışılırdı. Anası-babası ölmüş çocuk alınmazdı; terbiyesi noksan olacağından…

Köy sığırtmacının oğlu seçilmezdi; aç gözlü ve ahlaksız olabilirdi.

Tek oğlu olanın çocuğu alınmazdı; şımarık olacağından…

Kel, fodul ve köse olanlar devşirilmezdi; diğer çocukların alay ve eğlencelerine konu olabileceklerinden…

Sanat sahibi olanlar alınmazdı; ulufe için zahmet çekmez endişesiyle…

Türkçe bilen alınmazdı, açılmış ve söz dinlemez düşüncesiyle.

Çok uzun olanlar alınmazdı, ahmak olabilirlerdi…

Kısa olanlar seçilmezdi; fitne çıkarabilirler endişesiyle…

Asil soylu, sıhhatli, gürbüz ve mütenasip vücutlu çocuklar devşirilirlerdi.

Alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anası ile sipahisinin isimleri, doğum tarihi, çocuğun eşkali en ince ayrıntısına kadar deftere kaydedilirdi.

Eşkal defteri denilen bu defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri devşirme memurunda durur diğeri çocukları sevk eden sürücüye verilirdi.

Devşirilen çocuklar sürü denilen yüzer, yüz-ellişer kişilik guruplar halinde sürücülerle muhafızların nezaretleri altında hükümet merkezine sevk olunurlardı.

Devlet merkezine geldiklerinde derhal sünnet edilirler, iki üç gün istirahattan sonra sağ ellerinin şehadet parmaklarını kaldırarak kelime-i şehadet getirirler ve Müslüman olurlardı.

Yeniçeri ağasının teftişinden geçen çocukların yakışıklı olanları saray ve en gürbüzleri Bostancı ocağı için ayrılır, diğerleri Anadolu ve Rumeli’deki aileler yanına geçici bir süre için bırakılırlardı. Kanuna göre Rumeli’den devşirilenler Anadolu ağasına, Anadolu’dan toplananlar ise Rumeli ağasına verilerek o mıntıka köylüleri arasında taksim edilirdi.

Her sene Anadolu ve Rumeli ağaları tarafından gönderilen kethüdalar, aileler yanındaki çocukları yoklamaya tabi tutarlar, durumları hakkında bilgi sahibi olurlardı.

Bu uygulama ile devşirme oğlanları bir taraftan ziraatle uğraşarak üretime katkıda bulunur bir yandan da Türkçe’yi, Türk-İslâm adet ve geleneklerini öğrenirlerdi.

Üç-beş yıl sonra yeniçeri ağasının arzı ve Divan-ı hümayunda alınan kararla merkeze getirilirlerdi.

Eşkal defterine bakılarak tekrar kontrolden geçen devşirme oğlanları Acemi ocağına kaydedilirdi.

Acemi ocağı kışlasında yedi-sekiz sene eğitim ve talim gören; ayrıca cami, mescit, medrese, köprü, hastahane inşaatlarında ve gemilerde çalışan neferler ilimce yetişir, vücutça gelişirlerdi.

Zamanı geldiğinde ise çıkma veya kapuya çıkma denilen usulle yeniçeri ocağına kabul edilirlerdi.

Yeniçerilerin belli başlı en mühim nizamları şunlardı:

• Kumandan ve zabitleri birlikten yetişme bile olsa şartsız itaat.

• Cümlesinin bir vücut gibi müttefik, kışla ve karargahlarıyla aynı yerde bulunmak.

• Debdebe ve tantana gibi askerlik ve mertliğe yakışmayan şeylerden sakınmak.

• İslamiyet’in emirlerini eksiksiz yerine getirip nehiylerinden sakınmak.

• Haklarında verilecek katil ve idam cezalarının muayyen maddelere hasredilmesi.

• Ocaktaki rütbe ve terfilerinin kıdem sırasıyla yapılması.

• Yeniçerilerin kendi zabitlerinden başkası tarafından tekdir ve cezalandırılamaması.

• Malullerin (yaşlı ve sakat olanlar) tekaüt edilmesi.

• Sakal bırakmamaları.

• Evlenmemeleri.

• Kışlalarından ayrılmamaları.

• Talim ve terbiye ile vakit geçirmeleri.

Özellikle kışla hayatında yeniçerilerin askeri talim ve terbiyesine çok dikkat edilirdi. İlk dönemlerde askeri talimler daha çok iyi kılıç kullanmaya ve hedefini bulan oklar atmaya yönelikti. Pençe ve pazu kuvvetinin en yüksek seviyeye çıkması öncelikli hedefti.

Kılıç talimleri keçeden yapılmış mankenlere kılıç çalmakla olurdu. Yeniçeri dilaverlerinin kolu hiç durmadan biteviye bu mankenlere inerdi. Gözle takip edilemeyen müthiş darbeler birbirini takip ederdi.

Diğer taraftan kemankeş cengaverleri ok talimlerinde bulunurlardı. Oku tutan parmaklar otomatik silahlar gibi yayı germekte ve hiç durmadan üç yüz, dört yüz ok atabilmekte idiler. Yağlı mermerleri tokatlamak, sürat koşuları yapmak, mania, engel aşma talimleri ve bilhassa güreş sporu yeniçerilerin diğer güç ve kuvvet talimleri idi. Daha sonra bu talimlere tüfenk eklendi. Tüfenkle keskin nişancılar yetiştirildi.

Sarayda Enderun mektebine alınan çocukları mükemmel bir eğitim ve talim bekliyordu. Sarayda eğitim, okuma ve yazmanın yanı sıra görgü kurallarını öğrenme ve İslami ilimleri tahsille devam ediyordu. Üst sınıfa geçen gençler edebi Türkçe’nin yanında Arapça, Farsça ve Sırpça’yı da öğreniyorlardı. Ayrıca her türlü zorluğa tahammül edebilmek üzere mükemmel bir talimden geçiriliyorlardı. Dövüş hünerlerini öğreniyorlar, çeşitli hareketlerle vücutlarını sağlamlaştırıyorlar ve savaş sanatının temel bilgilerini ediniyorlardı.

Artık onlar padişaha itaatten, İslâm’a kuvvet vermekten başka bir şey düşünmezlerdi. Açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve her türlü çileye tahammül sahibiydiler. Dünyada, piyade birliklerinin ve düzenli orduların ilk örneği idiler.

Bir devşirme olup Yeniçeri ocağından yetişmiş dâhi Türk mimarı Koca Sinan manevi evladı Mustafa Sai Çelebi’ye yazdırdığı hal tercümesinde yeniçeri oluşundan büyük bir haz ve gurur duyarak şöyle bahsetmektedir:

Eriştik hizmeti Osmaniyana

Hususa Hüsrev-i sahib kırana

 

Olup yeniçeri çektim cefayı

Piyade eyledim nice gazayı

 

Padişahın kadimi çakeriyiz

Kal’a hıfz etmenin dahi eriyiz

 

Eskiden kuluyuz, yeniçeriyiz

Yanan od’a girer semenderiyiz.

 

Bilindiği gibi od ateştir, semender de pulad (çelik) vücudunu ateş yakmayan efsanevi mahluk.

Meşhur tarihçi İbrahim Peçevi de 1598 senesinde Macaristan’daki askeri bir harekattan şöyle bir kesit sunmaktadır:

“Bir gün olmadı ki yağmur yağmaya ve seller olup sular taşmaya. Ordugahta balçık bir mertebeye vardı ki, bir çadırdan bir çadıra varılmadan kaldı. Çadırların her ipine adam boyunda kazıklar çakıldı. Rüzgarların şiddetinden yine çadırlar durmaz yıkılırdı. Soğuklar da o kadar şiddetli ki, askerde el ayak tutmaz. Musibetler birbirini takip eder. Üç günlük yol bu seferde bin müşkilat ile on iki günde alındı. Bataklıkta soğuktan, açlıktan ve hastalıktan çektiklerimiz tahkir ve tabir olunmaz.”

10552443_300369936808618_7687295315147198082_nBaşlarına börk denilen beyaz keçeden bir külah giyerdi yeniçeriler. Bunun arkasında ise yatırma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer alırdı. Bu kısım yağmur, kar ve soğuktan enseyi korurdu. Elbiseleri topuklarına kadar inen uzun bir giyecekti. Ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopçalı bir çeşit çizmeydi.

Bayraklarına ocağın sünni mezhebe mensup olduğunun bir işareti olarak İmam-ı Azam bayrağı denirdi. Beyaz ipekten olup altın sırma ile bir tarafına “İnna fetahnâ leke fethan mübînâ, diğer tarafına da Ve yensurakallâhü nasran azîzâ” ayet-i kerimeleri işlenmişti.

Yeniçeriler harp sahasına girdikleri zaman, yani düşman toprağına ayak bastıklarından itibaren, her ikindi namazından sonra sefer duası yaparlardı. Yeniçeri kethüdası çadırından çıkıp bir iskemle üzerine oturur, Yeniçeri ağasının iç ağaları ve adamları, ocak ağalarının maiyetleri ayak üzerinde bir daire teşkil ederek dururlardı. Her odanın neferleri de çadırları önünde dizilirlerdi.

Ocak yazıcısı kethüda beyin yanına gelerek dua eder, oradakiler hep bir ağızdan Allah Allah sadalarıyla, yarım saat dağları inletirlerdi. Padişaha, vezirlere, ağalara ve bütün askerlere nusret temenni olunur ve en sonunda Hudenilerek dua biter, herkes yerlerine dağılırdı. Harbe başlayacakları zaman ise binlerce yeniçerinin ağzından gök gürültüsü gibi çıkan Gülbank-ı Muhammedî dosta ferahlık ve güven verirken düşmanın yüreğinin yağını eritirdi.

Allah Allah İllallah

Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan

Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran.

Eyvallah! Eyvallah!

Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan.

Kulluğumuz padişaha ayan

Üçler, yediler, kırklar!

Gülbang-ı Muhammedî, nûr-ı Nebî, kerem-i Ali

Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli

Demine devranına hu diyelim huuuuuu!…

 

Kolay değil, tam üç yüz altmış yıl. Üç kıtaya meydan okudu bu sözler. Cihat alanları önce bu sözlerle yankılandı, sarsıldı. Düşmanın yüreğine ateş yakıldı. Padişah harp meydanında ise etrafında dokuz saf, padişahın yerineserdar-ı ekrem görev yapıyorsa üç saf halinde dizilirdi yeniçeriler. Birinci saf ok veya tüfeklerini atınca ikinci saf ayağa kalkarak oklarını boşaltır, sonra sırayla üç, dört, beş, altı giderdi. Saflar dalga dalga kabarırdı. Hücuma kalktıkları zaman ise Hu çekerek ileri atılırlardı. Şayet düşman kuvvetleri padişah otağına doğru yaklaşırsa, saşar hilal gibi açılır, açılır ve sonra kapanırdı. Artık o kıskaçtan sağ çıkabilecek bir güç dünyada bulunmazdı.

Yeniçeri kıtalarının iştirak ettiği ilk büyük meydan muharebesi Murad-ı Hüdavendigar’ın Birinci Kosova Savaşı’dır (1389). Türkler yüz bin kişilik müttefik ordusunun karşısına kırk bin kişi ile çıkmıştı. Yeniçeri birlikleri on bin kişi kadardı. Savaş yeniçeri kuvvetlerinin düşman ordusunun merkezini teşkil eden ve Sırp kralı Lazar’ın kumandasında bulunan düşman kıtalarını bir çember içerisine alıp imha etmesiyle neticelendi.

Kosova savaşından yedi yıl sonra bu kez Macar kralı Sigismund’un kumandası altına yeni bir haçlı ordusu toplanmıştı. Macarların yanı sıra Fransızlar, İngilizler, İskoçlar, Almanlar, Polonya, Bohemya, Avusturya ve İtalyanlar, hepsi gömgök zırhlara bürünmüş yüz otuz bin şövalye. Büyük bir gurur ve azametle ilerliyorlar ve “gök çökse mızrakları mızla tutarız”, diyerek haykırıyorlardı. Vidin ve Rahova’da tarihin en meşhur katliamlarından birini gerçekleştirerek ilerlediler. İhtiyar, kadın, çocuk demeden on bin kadar Türkü akıl almaz işkencelerle öldürerek Niğbolu önlerine ulaştılar (8 Eylül 1396). Kale önlerinde zafer sarhoşluğu ile yaklaşık on altı gün oyalandılar.

Onlar Yıldırım Bayezid’in korkudan Anadolu’yu da terk ederek kaçacağını düşünüyorlardı. İşi bu sebeple gayet ağırdan almışlardı. Ancak 24 Eylül günü Osmanlı ordusunu ansızın karşılarında görünce büyük bir şok yaşadılar. Buna rağmen Osmanlı ordusunu mahvetmek ve Yıldırım’ı yakalamak şerefine erişebilmek için Macar ve Fransız komutanları birbiriyle şiddetli tartışmalar yaptılar. Neticede bu şeref (!) Fransızlara kaldı. Zırhlı Fransız şövalyeleri Osmanlı ordusunun içerisine yıldırım gibi daldıklarında önce zafer naraları ile ilerlediler. Zaferi elde ettiklerini sandıkları anda yeniçeriler tarafından kuşatıldıklarının da farkına varmışlardı. Şimdi yeniçeriler amansız palalarını indirirken Rahova-Vidin!… Rahova-Vidin… diye haykırıyorlardı. Böylece masum Müslümanları katletmenin ne demek olduğunu da onlara hatırlatıyorlardı. Yeniçeriler böylece yarım saat içerisinde Avrupa’nın bu gururlu şövalyeler topluluğunu ateş gören yağ gibi eritiverdiler. Korkusuz Jan ve bir kaç arkadaşı esir edilirken Macar kralı kendini Tuna nehrine atarak kurtulabildi.

Niğbolu savaşı ile artık bütün Avrupa milletleri, Osmanlı devletinin kısa sürede demir bir balyoz gibi yetiştirdiği bu çekirdek ordusunun gücünü görmüş ve acısını tatmış bulunuyordu.

Varna, II. Kosova, İstanbul’un fethi, Otlukbeli, Mercidabık, Ridaniye, Belgrad, Mohaç ve daha nice zaferlerde yeniçeri kılıcı pek şanlı bir şekilde parladı, gözleri kamaştırdı.

Böylece yüzlerce savaşa girip çıktı Osmanlı hükümdarları. Onları korumakla görevli yeniçeriler en küçük bir ihmal göstermediler. Bir Yıldırım Bayezid Han esir düştü. Ankara savaşında Timur Han’a…

Onda da yeniçerilerin bir suçu olmadı. Anadolu askeri beylerinin yanına geçip Yıldırım’a ihanet ederken, şehzâdeler savaşın kaybedildiğini anlayıp çekilirken, yeniçeriler akşama kadar vuruştular. Timur’un seksen bine ulaşan ezici kuvveti saatlerce çarpışmasına rağmen sekiz-on bin kişilik bu efsanevi birliği dağıtamıyordu.

Bir yeniçerinin ifadesiyle akıbetin sebebi:

“Biz: Padişahım sakın aramızdan çıkma dedik. Ancak cesur ve gayur hanımıza dinletemedik. Bizim aramızdan çıktı. Bir zaman sonra gördük ki Timur’un askeri Hünkarımızı ele geçirmiş. Timur’a götürdüler. Biz de teslim olduk. Eğer Yıldırım Han sözümüzü dinleyip aramızdan çıkmasaydı, gece karanlığında biz onu alıp giderdik. Timur’un askeri ise bizi asla bulamazdı…”

Yeniçeriler her zaman askerdiler. Savaşlardan sonra memleketlerine dönmezlerdi. Bir kısmı merkezde padişahın sarayında görev yaparken diğerleri divan-ı hümayun muhafızlığı, şehir ve kasabaların inzibatı ve serhat kalelerinde muhafızlık görevlerinde bulunurlardı. Onlar Osmanlının yaya yürüyen neferleri idiler. Bir ülkenin üzerine yürüyüşe geçtiklerinde zelzele olurcasına korku salarlardı.

Batıda Belgrat’a, Budin’e, Tımeşvar’a, Uyvar’a, Viyana’ya; doğuda Bağdat’a, Revan’a Tebriz’e, Karabağ’a; kuzeyde Bender’e Hotin’e, Polonya ovalarına; sonra Sina çöllerine, Rusya bozkırlarına, fiam’a, Halep’e, Kahire’ye yürüdüler. Bazan beş ay, bazan bir buçuk yıl süren bu yürüyüşler Türk tarihine altın haleler gibi asılan zaferler kazandırdı. Ta ki ocak disiplini bozuluncaya kadar…

Yahya Kemal Beyatlı “İstanbul’u fetheden Yeniçeri’ye” asırlar ötesinden şöyle sesleniyordu:

Vur pençe-î Âli’deki şemşîr aşkına,

Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına.

 

Ey leşker-î müfettihü’l-ebvâb vur bugün,

Feth-i mübini zamin o tebşîr aşkına.

 

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün,

Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangîr aşkına.

 

Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-i Firenk,

Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına.

 

Son savletinle vur ki açılsın bu surlar,

Fecr-î hücûm içindeki Tekbîr aşkına.

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL